Hayal ve Gerçek
BİRİNCİ AŞAMA
Küçüklüğümde sık sık aynı rüyayı görür, kâbuslar içinde uyanırdım. Sanki başka bir âlemle bağlantılı, ölüm çizgisi gibi anlaşılmaz ve tanımlanamaz bir ara boşluk içinde kalırdım. Uyandığım zaman, çoğu kez tüm ev halkını başımda toplanmış bulurdum. Ter içinde kalmış, zangır zangır titrerken, onlara korkulu bakışlarla sorardım, «Ben nereye gittim? Şimdi neredeyiz?» diye.
«Bir şey yok; sadece bir sıkıntı geçirdin, o kadar.» diyerek beni avutmaya, sakinleştirmeye çalışırlardı.
Ancak işin aslı hiç de öyle değildi elbette ve çok endişeleniyorlardı.
Bu yüzden de beni götürmedikleri doktor, doktorlardan bir sonuç çıkmayınca okutmadıkları hoca kalmamıştı.
Nafile!... Durmadan aynı rüyaları görüyordum.
Çoğunlukla gördüğüm şöyle bir şeydi:
“İstanbul’da, Yenikapı’nın bitişiğinde, -şimdiki değil de eskiden yani 1950’li yıllarda Yenikapı denilen yerde- o zamanlar orada kurulu kum iskelesinin yanındaki kayalıklarda denizi ve birbiri ardınca geçen yunusları seyrediyorum. Yunuslara el sallarken, birdenbire deniz yarılıyor ve bir denizkızı çıkıyor. Öyle olağanüstü, ilâhi bir görünümü var ki!... Bana gülümseyerek yaklaşıyor, şefkatle beni kucaklıyor ve denize götürüp daldırıyor. Fersah fersah korkulu derinliklere indirip, karanlıklar içinde, orada kurulu şehir benzeri bir yere bırakıyor.
Orada gördüğüm insanlar, kâbus gibi bir dünyada yaşıyor; nedensiz yere kavga çıkarıp, acımasızca birbirlerini öldürüyorlar.
Korkuyorum... Çok korkuyorum. Hatta bu korkmanın da ötesinde bir duygu; iğrenmekle, nefretle karışık...
Sonra denizkızı beni tekrar su yüzüne çıkarıyor ve birden beyaz bir meleğe dönüşerek gökyüzüne doğru uçuruyor.
Gökyüzünde gördüğüm insanlar ise mutlu, ahenkli bir dünyada yaşıyor ve birbirlerine yardım ediyorlar.
Denizkızının ve meleğin kollarında iken ağırlık hissetmiyorum.
Su boğmuyor, güneş yakmıyor.
Melek daha sonra bana dünyanın çeşitli yerlerinin, özellikle de İstanbul’un geçmişinden kalma tüm gizemlerini gösterip, bir deneyim tattırırcasına beni eski yaşantıların içine bırakıp uzaklaşıyor.”
Bugünkü fantastik kitaplarda benzerleri yazıldığı gibi, o zaman daha henüz bu tür kitaplar yokken, ben böyle rüyalar görüyordum.
Bunlardan birinde, şöyle bir deneyim yaşıyordum:
“Meşalelerle aydınlatılmış bir zindandayım. Vahşi çığlıkların yankı-
landığı korkunç zindan burası. Zebaniler etrafta kol geziyor ve akla gelmedik aletlerle çaresiz insanlara işkence ediyorlar.
Ortadaki işkence çemberi üzerine gerilmiş birini görüyorum. Ne kadar da bana benziyor! O ben miyim? Yoksa ben o muyum?
Bir zebani, elinde kor haline gelmiş kızgın bir demirle bana doğru yaklaşıyor. Ellerim ve ayaklarım işkence çemberine bağlanmış; kıpır-
dayamıyorum. Son gördüğüm, gözlerimin önünde kıpkızıl bir kor haline gelmiş o demir. Gözlerim yakılıp kör ediliyor.
Acı... Ne korkunç bir acı!...
Çığlıklarım zindanı çınlatıyor.
Her yer zifiri karanlık... Hiçbir şey göremiyorum. Uçsuz bucaksız, nasıl olduğunu anlatmak olanaksız karanlıktan başka hiçbir şey...
Neden sonra meleğin geldiğini hissediyorum.
Melek ve ben konuşmuyoruz. Fakat konuşmanın çok ötesinde, her şeyi konuşur gibi aynı anda algılıyor ve anlaşabiliyoruz. Melek beni şefkatle sarıp sarmalıyor, bir ilkbahar rüzgarının dokunuşu gibi öpüyor, kollarına alıp sakinleştiriyor.”
Kâbuslar içinde uyanıyordum; başka dünyalardan, bilinmedik âlem-
lerden gelir gibi tanımsız bir şaşkınlıkla...
Bir diğerinde, eski bir kilisede bir rahip görüyordum.
“Mumlarla aydınlatılmış kilisede gördüğüm rahip bana benziyor. Gene o ve ben karmaşası...
Onun varlığında ben o oluyorum. Kendi duamı yapıyor, kilisedeki mumları söndürüyor, mistik kokulu tütsüleri yakıyorum. Kendi günahımı çıkarmak için günah çıkarma odasının önünden geçtiğim sırada ansızın arkamda beliren biri elindeki hançeri zalimce sırtıma saplıyor. Korkunç bir acıyla yere yuvarlanıp, çarmıha gerilmiş İsa’nın betimlemesine benzer bir şekilde ellerimi iki yana uzatırken ölüyorum.”
Rüyanın içinde kayboluş gibi bir ölüm!...
Hep derler ki, insan rüyasında öldüğünü görürse, o anda rüya son bulur. Benimki de öyle...
Derken bir başka rüya…
“Cami inşaatında çalışan beyaz sakallı bir Osmanlı mimarıyım. Bir öğle vakti namazımı kılıp, karıma ve çocuklarıma veda ediyor, inşaatını yaptığım, çevre yemyeşil bahçelerle kaplı camiye gidiyorum.
O gün, caminin kubbesine ağır bir taş oturtulup kubbe kapatılacak. Tepeye bir makaralı kaldıraç kurulmuş, halatı bağlanmış, her şey hazır.
Elimle «Haydi başlayın.» anlamında işaret ediyorum. Başlıyorlar taşı yukarıya çekmeye.
Çekiyorlar, çekiyorlar, tam kubbenin ortasına getiriyorlar.
«Allah!... Muhammed!...» seslenişleri arasında taş tam yerine oturtulurken, halat kopuyor ve kubbenin üzerinden dönerek yuvarlanan koskoca taş olanca hızı ile üzerime düşüyor.
Ben taşın altında kalmış durumda bir anda paramparça olan kemiklerimin çatırtısını duyarken, son anda «Allah-ü ekber.» diye bir çığlık atarak ruhumu teslim ediyorum.
Sonra o bedenden çıkıyor, başka biri oluyorum. Beyaz sakallı cami mimarı, ezilmiş olduğu taşın altından bir an dirilir gibi doğruluyor ve bana bakarak, «Yaşam nedir ki?» diye seslenip, gözden kayboluyor... Sanki ayrılmış olduğum bedenim bu bana seslenen «Yaşam nedir ki?» diyen...”
Sadece bu rüyam ben öldükten sonra bir süre daha devam ediyordu. Ölüp yine diriliş ve daha sonra yok oluş gibi bir olay!...
Bu bölümün ikinci aşamasını vermeyecek, kapsamı biraz daha değişik olan bir başka bölüme geçeceğim.