İlâhi BEN
Kavranılamayan, anlatılamayan, mutlak (aşkın) olan bir Zat (essence) vardır ve saf varlık ancak ona aittir. O olmayan her şey, bizatihi (en-soi) yok olan (adem) ve bu yokluk (non-etre: varlık olmayan) temelinde, içinde Zattan bir şeyler yansıttığı ölçüde bir varlığı kabul eder.
İbn El-Arabi'nin düşüncesi modellerini Parmanides'in düşüncesinde bulmaktadır.
Yeni Eflatunculuk (Neo Platonizm) bu düşünceyi Eflatun'un Sofist ve Parmenides diyaloglarındaki düşüncesinde, özellikle Uknum Teorisinde ve Plotin'in düşüncesinde, görüş ve hakikatin iki yoluna göre, varlık ve görünüşün zıddiyeti olarak anlamıştır.
Bu düşünce Spinozanın ve bazı noktalardan Leibnictz'in düşüncesinin bütün ırasına (karakterlerine) sahiptir.
Dini fikirler planında bu düşünce çok yalın olarak bir nevi temsili (Alegorik) bir yorumla Kuran metinlerini, varlığın bu diyalektik yapısının ancak mecazi ifadeleri olmaya götürecektir.
Olumsuzlama (tenzih) yolu izlendiğinde, Tanrıya doğru akılcı (rasyonel) olarak yükselmenin olanaklı olduğu görülür.
Olumsuzlama (tenzih, voie negative), Tanrıya onun kendinde olduğu gibi olumlu (müsbet, pozitif) olarak ulaşmaya olanak tanımaz. Çünkü o, zatında açıklanamayan ve erişilemeyendir. Ama olumsuzlama yoluyla insan aklı mutlak bir aşkınlığın varlığını formüle edebilir.
Bununla beraber Tanrı, tenzih yoluyla yadsınarak (inkar edilerek) aşılabilen şeylerin çok daha ötesindedir. (Tenezzehe'an tenzih külli münezzih)
Bu varlığın dokunulamayan gizi (sırrı, gaybın örtüsü) vahiy tarafından çok fazla açılmış değildir. Birlik içinde bile alınsa, varlıkların bölünmüşlüğü (kesreti) Zatı ilgilendirmez.
Arabi, İhlas suresinin birinci ayetinde Hüviyet (ipseite divine) teknik teriminin oluşturulduğu Huve (O) yi yorumlarken Huve'nin Zatın özel ismi olduğunu söyler.
O (Huve) gaip (üçüncü şahıs) zamiridir ve orada bulunmayan (gaip), varlık biçimi kavranılamayan, gaip olduğu sürece bir yargı (hüküm) objesi olamaz. Bu nedenle o kavranılmadıkça onun hangi halde olduğu bilinemez.
O halde kavranıldığında artık o, O değildir. Çünkü kavranılamayan gayb onu örtmekten geri durmuştur. (sarf-ı nazar etmiştir)
İbn El-Arabi şöyle diyor "Tanrı, "batın" ismini ilk, son ve zahir isimler gibi bu ilâhi sıfatlar tarafından açıklanmış olması nedeniyle bunlardan sonraya atmıştır.
Çünkü ilâhi karakter, sonraki isimde, öncekinde olduğundan daha tam ve daha mükemmeldir.
Son, ilk olanda olanı kapsar; Zahir, son ve ilk olanda olanı kapsar; Batın ise, zahir, son ve ilkte olanı kapsar. Eğer batından sonra bir şey gelseydi o da, batını ve ondan önce olanları kapsayacaktı.
Burada kesin anlam, bu dört ismin dışında bir şey olmasını yasaklıyor: Beşincisi yok. Ancak çok yüce olan ona ait kimlik (hüviyet, hüviyye, ipseite) var. Bu âlemde bu dört isimden çıkarılanın dışında başka bir hüküm (statut axiologique) yoktur. Ruhlar ve cisimler aleminin görünmesi onların suretlerine aittir ve orada bu ikisinin dışında başka bir âlem yoktur. O halde zahir ve batın bu iki sıfatın ait olduğu Zatın hüviyeti değildir.
Zatta belirlenebilecek hiçbir şey yoktur. Bu aşamada denebilecek şey; Zatın varolduğu ve o olmayanın var olmadığıdır.
İlahi hüviyet aynı anda ve bağıntılı olan bir onaylama (tasdik, afirmation) ve yadsıma (inkâr, negation) dır. Hüve'nin onayı ve Hüve olmayanın yadsınmasıdır.
(Bu düşünce Parmenides'in saf mantıksallığında bulunmaktadır.)
Varlık vardır, varlık olmayan yoktur. Kendi zatıyla varoluşunda zorunlu olan varlık, kendinin mükemmel ayniyet (identite) ve birliğinde kendi olmayanın varlığının bir yokluğunu beraberinde getirir. Bu Zatın varlığı, identik olarak, aynen kendi olmayanın bizzat varolmaması (non existence) dır.
*"+ A = - (-A)" Bu Arabi'nin açıklamasının özüdür.
Zatın varlığı, yokluğu (non etre) beraberinde getiriyor. Bunun tersi doğru değildir, çünkü yokluk, yok olarak hiçbir şeyi beraberinde getirmez.
Yoklukla beraber olarak, eş deyişle onu kapsayarak ona bir takım varoluş (varlık) veren "varlık" tır.
Varlık, zorunlu olarak yadsıdığı yokluğu kapsar. Yokluk ise, kendi kendine varlığı kapsayamayacaktır. Çünkü onu (varlığı) onaylayamıyor. (tasdik edemiyor)