Dinin bilime bakışı konusunda ilginç bir karşılaştırma yapalım. Bunları Taha Akyol'un "Bilim ve Yanılgı" isimli kitabından özetleyerek aldım.
"İmam Rabbani (1563-1625) Hint Müslümanlarının yetiştirdiği çok büyük bir tasavvuf alimiydi. Fikir ve inanç alanında verdiği büyük mücadele ile İslami tasavvufu ihya ettiği için kendisine "müceddid i elf i sani" denilmiştir. Yani, Peygamerimizden bin yıl sonra bunu yaptığı için, "ikinci binyılın yenileyicisi"..."
Mektubat eserinde şöyle der;
"Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri geometridir ki, ne dünya saadetine ne de ebedi kurtuluşa faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açıya (180 dereceye) eşittir demek ve bunu isbatlamak insanlığa ne kazandırır?"
Şimdi Osmanlı tarihinin büyük padişahlarından III.Mustafa dönemine gidelim. Reformist Sultan Mustafa, askeri ıslahat işlerinde görevli olan meşhur Baron de Tott'dan bir mühendislik okulu açmasını istemiştir.
Osmanlı bilginleri, kendilerinin yetersiz görülüo bir Baron'un görevlendirilmesinden rencide olmuşlar, itiraz etmişlerdir. Bundan sonrasını Baron'un hatıralarından izleyelim:
"Padişah, büyük memurlardan seçilen iki mümeyyizin huzurunda bu itiraz edenleri imtihan etmemi bana emretti. Aralarından altı kişi imtihana girip eski eğitim kurumunun şeref ve haysiyetini savunmak için ayrıldılar. Bu imtihanda kısaca, bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana "üçgenine göre" cevabını verince, imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı..."
Bunun üzerine 1773 yılında Denizcilik Mühendisliği okulu Baron'un denetiminde açılmıştır. Geometri sınavını geçemeyenler de öğrenci olarak alınmıştır. Baron şunu da yazıyor:
"Şunu da söylemeliyim ki, bu mühendisler ilme rağbet gösterdiler, hemen hepsi yeni okula yazılmaya talip oldular"
Her şey bir kenara, geometri, deniz ve kara savaçları için fevkalade zorunluydu. Geometri bilmeden geminin dümenini nereye kaç drece kıracaktınız, topunuzu hedefe nasıl yöneltecektiniz? Demek ki geometri "faidesiz" değil, aksine zorunluydu.
Avrupa'da erken ortaçağda Hristiyanlığın değil geometriyi, aritmetiğin dört işlemine bile soğuk baktığını biliyoruz.
"Aziz Augustin'in Hristiyanların toplama ve çıkarma yapmayı bilenlerden uzak durması gerektiğini öğütlediği söylenir. Aritmetikten anlayanların şeytanla pazarlık yaptığına inanılırdı"
İbn Haldun (1332-1406), İmam Rabbaniden 2,5 asır önce yaşamış büyük bir Müslüman sosyologtur. Mukaddime adlı eserinde şunları yazıyor:
"Bilinmelidir ki, hendese (geometri) onu tahsil edenlerin aklına parlaklık ve fikrine istikamet kazandırır. Çünkü geometrinin bütün delillerindeki intizam açık, tertip seçiktir. Tertipli ve intizamlı olan kıyaslarına hemen hemen galat (yanlış) dahil olmaz. O yüzden geometride mümarese (zihni alışkanlık) kazanmak, fikrimizi hatadan uzaklaştırır. Rivayete göre Platon'un kapısında "Hendese bilmeyen evimize girmesin" yazılıymış. Hocalarımız derlerdi ki : Fikrin hendese ile mümaresesi, elbisenin pisliğini yıkayıp kirini ve pasağını temizleyen sabun mesabesindedir..."
İmam Fahreddin Razi İslami ilimlerin en önemlisi olan "Kuran Tefsiri" konusunda çok mühim bir isimdir. Rabbaniden 250, İbn Haldundan 100 yıl önce yaşamıştır. Razi'ye göre kıble ancak geometri ile tespit edilebileceği için, geometri ilmini öğrenmek Müslümanlar için farzdır, yani dinin emiridir.
Tablo çok ilginçtir: 12. asırda yaşayan Kuran tefsircii İmam Razi'ye göre geometri öğrenmek farzdır. 14. Asırda yaşayan İbn Haldun'a göre doğru düşünmek için geometri bilmek şarttır. Ama 17. asıra geldiğimizde İmam Rabbani, geometrinin faydasız olduğunu yazmaktadır!
Uzun tarihi seyirdeki bu farklı yaklaşımlar bize bir şeyler anlatmıyor mu?
Kitap ve metafizik olarak din değişmediğine göre, insanların din ve bilim hakkındaki anlayışları değişiyor. İşte esas mesele budur: Anlayışları değiştiren nedir?
Mesele dinle ilgili olsaydı, herhalde üçü de son derecede dindar olan bu alim ve düşünülrerin zihninde geometri bu kadar farklı konumlara sahip olmazdı. Hatta sırf dini açıdan düşündüğümüzde Razi haklıdır: Bilim tarihçileri de Kıble'yi, namaz vakitlerini ve kutsal günleri doğru tespit etme ihtiyacının, İslamda astronominin gelişmesine yol açtığını belirtmişlerdir.
Osmanlı alimi Katip Çelebi de "Mizan ül Hak" adlı kitabında ilimleri savunurken bir müftünün doğru fetva vermesi için bile geometri bilmesinin şart olduğuna dikkat çekmiş, geometri bilen ve bilmeyen müftülerin fetvalarının nasıl farklı ikincilerin fetvalarının nasıl yanlış olacağını göstermiştir."
Daha sonrasında Akyol, meselenin din meselesi olmadığını, bunun insan algılrından ve insan faktöründen kaynaklanan bir yanlış olduğunu söylüyor. Bu insan algı, yorum ve anlayışlarını etkileyen unsurları bilmemiz gerektiğini, kısaca sosyolojiyi iyi anlamamız gerektiğini söylüyor. Ona göre İslam rönesansı devrinde bilimin gelişmiş olmasında, açık zihinlilik ve merak duygusu hakimdir. Yunan felsefesi bir çırpıda okunmuştur. Onları engelleyen bir şey yoktur. Ticaret güçlüdür. İnsanların okuma yazması gereklidir.
Ama ne zaman ki Haçlı seferleri başlar, halk şehirlerden ve kıyı bölgelerden iç kırsal kesimlere çekilir, Moğol istilaları ile içe kapanılır. Bilgi hazineleri yakılır, ticaret sekteye uğrar, artık insanı hayata teşvik edecek merak duygusundan çok, korku duygusu hakim olur; yani açık toplumdan bu kapalı topluma geçiş, İslam kültüründe bilimin terk edilmesine neden olmuştur. Çünkü İnsan anlayışları, açık toplumdaki gibi hür ve özgür değildir, şehirleri yıkılmıştır, hoşgörü zarar görmüştür, refah dönemleri bitmiştir. Artık yıkım, korku ve tehtid vardır (Ki bu dönemler bana göre Ortadoğu için, hatta bizim için bile hala geçerli duygulardır).
Böyle bir atmosferde bilim gelişmez. Meselenin dini yönünden ziyade, sosyolojik yönü vardır. Bilimin gelişip gelişmemesi, dine bağlı bir şey olsaydı, 9yy ile 13.yy arasındaki Altın çağa bir anlam vermemiz mümkün olmazdı. Ama toplumsal dinamiklerin sekteye uğradığı ilk andan itibaren kapalı toplum olmanın yolu açılmıştır.
Bunu ben çocuklukta başına kötü bir şey geldikten sonra, tüm hayatı boyunca veya uzun bir dönem o kötü etkinin kişiyi etkilemesi gibi görüyorum. Gerçekten Moğol istilaları ve Haçlı seferleri, Ortadoğudaki gelişmeyi anında etkilemiş; şehirde yaşayan halkı, kırsala çekmiş, ekonomik ve hususi özgürlükler ortadan kalkmıştır. Zaten o tarihlerden sonra Ortadoğuda artık bir Arap hakimiyeti kalmamış, Doğudan gelen biz Türklerin ve Moğolların hakimiyetinde 20.yy'a kadar bu etki sürmüştür. O istilalardan sonra kurulan tüm devletler ağırlıklı olarak Türk-Moğol kültüründen ailelerin kurduğu devletlerdir. Göçebe kültürün bakış açısı ile yerleşik Arap kültürün bakış açısı da farklıdır. Algıları da farklıdır. Yaşama bakış açıları da farklıdır.
Ben aslında bu açıdan Arap rönesansını, Türklerin de olumsuz etkilediğini düşünüyorum.
Bugünkü seçkinci Türk entelijensiyasının, Arap milletlerinin durumuna bakıp dudak büktüklerinde bunları da hatırlamasını istiyorum açıkçası.
Saygılar.