Bu çalışmanın sonrasını aktarmayı unutmuşum… İzleyenlerden özür dilerim. Devam…
Alış verişin büyük bölümü Cemal ile bana düşmüştü.
Öyle olacağı belliydi zaten.
Aldıklarımızı partiler halinde bizim eve getirip, bahçede eskiden odunluk olarak kullanılan kulübeye yığdık.
Büyük bir yığın oldu. Bunları Alsancak’tan şehrin öteki ucuna, ta İnciraltı’na nasıl götüreceğimizi kara kara düşünmeye başladım. Bir küçük kamyonet kiralamak gerekirdi.
Daha iyi bir çözüm, babamdan Cumartesi sabahı şoförünün arabasıyla bizi teknenin olduğu yere kadar götürmesini rica etmek olacaktı. Kocaman bir Amirikan rabasıydı o; kamyonetten aşağı kalmazdı.
Bir denedim. Kabul etti.
Sağol baba! Sen büyük adamsın.
Fakat tüm bunlar böyle darmadağın halde götürülmezdi elbette. Paketlemek, kutulamak, ne bileyim sandıklamak falan gerekirdi.
Cemal’i bulmalıydım ama nasıl? Kaldığı öğrenci yurduna telefon ettim. Şanslıymışım; oradaymış. Götüreceği kişisel eşyasını toplamasını hatta buradaki yığını paketlemek için bir şey bulabilirse hepsini birden akşam getirmesini söyledim.
Sonra Ahi’yi aradım.
Ahi, kendi eşyasını kendisinin ayrıca getireceğini daha önce de söylemiş olduğunu hatırlattıktan sonra, tipik Ahi, paketleme işi için akşama gelebileceğini söyledi. Bunun için ne getirebileceğini sorunca da «Bakarız.» demekle yetindi.
Peki, baksın bakalım. İyi baksın ama çünkü bunların hepsini nereye sığdırabileceğimiz başlı başına bir sorun.
Çatı arasına çıktım. Hatırladığım kadarıyla orada eski, kocaman, sandık gibi bir bavul olacaktı. Nitekim vardı da. İçinde de birtakım ıvır zıvır. “Bunu alırsam annem kızmaz.” diye düşündüm, “Nasıl olsa burada epeydir durup duruyor.”
Bir zaman gelip işe yarayacağını düşünerek birçok şeyi biriktirir dururuz. O biriktirdiğimiz şeyler hep birikir ama o işe yarayacağı bir zaman bir türlü gelmez. Bir başka zaman gelir, o zaman da bütün bunları niçin boşuna biriktirmiş olduğumuzu düşünüp dururuz.
İşte o sandıkımsı bavul da öyleydi.
İçindekileri boşalttım. Ellerim kapkara olmuştu.
Bavulu aşağıya indirip, Hatice hanımdan bunu iyice bir silip temizlemesini rica ettim.
«N’apıcan ki bunu?» diye sorunca, «Biliyorsun ya!» dedim. «Arkadaşlarla tatile çıkacağız.»
«Na bunlan mı?»
«İçine, kap kacak, yiyecek ve öteberimizi koyacağız.»
«Neynen gidiyonuz ki?»
Amma da çok soruyordu ya!... Şimdi “Sana ne!” gibi ters bir cevap vereceğim ama o zaman ona istediğimi zor yaptıracağım. İyisi mi, sakince yanıtladım.
«Tekneyle.»
«Tekne dediğin ne ki? Ha bunun gibi mi?»
Bulaşık teknesini gösteriyordu bana.
«Hayır onun gibi değil. Denizde yüzer bu tekne. Gemi gibi yani. Geminin küçüğü.»
«Ha, ağnadım. Gayık.»
Daha fazla açıklama yapmak gerekmezdi.
«Aferin; bak nasıl anladın hemen.»
Yüzüme ters bir bakış attı. Onu matrağa aldığımı fark etmişti bu kez nasılsa. Şimdi lâfı değiştirivermek gerekirdi.
«Haticanım, sen şimdi bunu temizleyecek misin?»
«Olur, yaparım.» deyip, işe girişti. Fakat bir yandan da söyleniyordu. «Kezmeğe gideymişler. Hemi de gayık inen… Bu üç gaçık… Bi gayıkta üç gaçık… Allah akıl fikir versin bunnara.»
Sesimi çıkarmadım.
İyi de oldu çünkü Hatice hanım bana bir de küfe verdi.
«Ne olacak bu?» diye sordum.
«Ne bilem ben?... Goca zandığı alıyon ya! Belkim bu da işinize yarar diye düşündüydüm.»
«Hiç yaramaz mı?... Nereden buldun sen bunu?»
Dediğine göre geçende pazara gitmiş. Bir hamal tutmuş. Eve kadar taşıttırmış aldıklarını. Sonra başlamış teker teker boşaltmaya. Hamal biraz sıkılmış bu işe.
«Hanım abla. Şunları hemen boşaltıver de gideyim.» diye ricacı olmuş.
«Öğle hemen boşaltıncana hepsi birbirine garışır. Otur sen şöğle. İçcek bişey verem ben sağa. Hem dinnersin.»
Hamal itiraz etmiş bu işe. «Daha pazarda birçok iş var. Ben gideyim. Başka küfe bulurum. Sonra, yarın falan gelip alırım bunu.» demiş ve gitmiş.
Fakat sonra gelmemiş. Küfe bizde kalakalmış.
«Peki ama ya adam geliverirse?» diye sordum.
«Geleydi gelirdi gaç gündür. Bellikim unuttu. Hem gelirsene, ben de derim ki oğa sen neredesin. Güfen gitti. Bi hafta zoğna gel.»
Allahallah!... Bu kadın nereden biliyordu ki bizim bir haftalığına gideceğimizi?
Sorduğun soruya bak!... Başından beri hep onun önünde konuşmuyor muyduk zaten bir bu tatili?
Sandık gibi bavul temizlenince, küfeyi de alıp bizim eski odunluğa götürdüm. Sonra odama çıktım. Yolculuk için kişisel eşyamı ayarlayıp, bir valize yerleştirdim.
Tam o işi de bitirmiştim ki Cemal çıkageldi. Elinde bir sürü torba.
«Bunlar ne?»
«Benim şahsi eşyam.»
«Böyle salkım saçak mı? Bir valizin yok muydu?»
«Vardı da… Onun içi dolu yurtta. Üşendim boşaltmaya. Böylece alıp geldim.»
«Sana bir valiz, çanta falan bulayım evden.»
«Yok, istemez. Öteki eşyanın yanına koyarız. Nasıl olsa hepsi aynı yere gitmeyecek mi da?
«Peki, öyle istiyorsan öyle olsun.»
Eski odunluk kulübesine geçtik. Cemal bizim eşyaya şöyle bir baktı. Bir ürküntü geçirdi.
«Ne oldu?»
«Çok şey almışız da!»
«Birlikte aldık. Daha önce görmemiş miydin?»
«Gördüydüm de… Hani getirip buraya bırakırken insan farkına varamıyor bu kadar çok olduğunun.»
«Ne olacak o zaman? Bir kısmını bırakalım mı dersin?»
«Yok!... Bunlar şimdi dağınık ya… Onun için çok gibi duruyor. Göz korkutuyor. Toplanınca öyle gelmez adama.»
Tam o sırada Ahi damladı. Eli boş.
«Nerede senin şahsi eşyan?» diye sordum. Yarın kendisi getirecekmiş doğrudan tekneye.
İyi ya!...
«Şimdi bunları toplamak gerekir.» dedi Ahi.
Nasıl da bildi!
«Evet, ben de bu toplama işini çok severim. Hem de çok iyi yaparım. Dolayısıyla bu işi bana bırakın.» dedim.
Dedim de, ikisi de yanlış anladı. Ahi piposunu yakmaya girişti; Cemal ise oradaki kırık iskemleye oturup, ayaklarını bir sandığın üzerine uzattı. Oysa ben demek istemiştim ki, «Toplama işinde ben size talimat vereceğim, şöyle yapın diye. Siz de yerleştireceksiniz.»
Üstelik benim bir başka huyum var, daha önce söylemediğim: Ben bir iş yaparken başkalarının hiçbir şey yapmadan durup beni seyretmesinden çok rahatsız olurum hatta bundan nefret ederim bile diyebilirim. Fakat şimdi iş işten geçmişti. Çaresiz, öte berimizi o sandık gibi bavul ile küfeye yerleştirmeye başladım. Çadır ise öylece kalacaktı.
Bu iş sandığımdan da zor ve uzun çıktı. Daha önce hiç yapmamıştım ki… Böyle bir yolculuğa çıkmamıştım ki… Bir yere gideceğim zaman götüreceğim eşyayı ayarlar, sonra da anneme yerleştirtirdim «Şu oraya, öteki buraya.» diyerek.
Sonunda o sandık gibi bavulu doldurdum bir şekilde hatta taşırdım ve kapağını kapatıp üzerine oturdum. Aslında kapak kapanmadı ve ben üzerine oturunca aşağıdan bir garip sesler geldi sıkışmadan ötürü. Dışarıda da sanki hiçbir şey toplanmamış gibi bir dolu eşya kaldı.
Neyse, bir de küfe var ya… «Bu kapağı nasıl olsa bir şekilde kapatırız.» diye düşünüp, küfeye saldırdım.
Hayret!... Küfe çok daha çabuk doldu. Ne kadar da az eşya alırmış meğer!... Geride kalan yığın sanki olduğu gibi duruyor; hiç azalmamış…
Şöyle bir durup, sanki işi bitirmiş gibi elimin tersiyle alnımın terini sildim.
«Ötekileri koymayacak mısın?» dile sordu Ahi.
Buyrun bakalım… İşte tipik Ahi. Eşyayı doldurma işini yaparken öyle baktı, baktı da, diyeceğini sona sakladı.
Cemal ise, ayaklarını uzatmış sigarasını tüttürürken, kıs kıs gülüyordu. Beni asıl çileden çıkaran da bu oldu.
Ahi, «Çok yoruldun. İyisi mi sen geç otur; gerisini biz yapalım.» dedi sonunda.
Gerisini nereye yapacaksın? Bu kadar eşya için birtakım başka sandıklar küfeler falan gerek. Tamam, belki ben biraz karışık yerleştirmiş olabilirim ama ne kadar düzenlersen düzenle, bu sandık gibi bavul ile bu küfe bu kadar eşyayı almaz. Bunu anlattım ikisine kendimi savunmak için.
«Haklısın!» dedi Cemal. «Siz şimdi burada oturun. Ben bir koşu gidip geleyim.»
Nereye gidecek ki acaba?
Ben de gidip evin balkonundan iki portatif sandalye getirdim. Ahi ile oturup sohbete daldık. Fakat konumuzun bu bizim tatil ile hiçbir ilgisi ilişiği yok. Sanki bu akşam tüm bu eşyayı paket edip yarın yolculuğa çıkacak olanlar biz değilmişiz gibi…
Cemal yarım saat kadar sonra geldi. Her iki elinde birer portakal sandığı. «Ancak bunları bulabildim manavlardan.» dedi. «Ne nekes herifler da! Bir hafta sonra getireceğim diyorum, oralı bile olmuyorlar. Sanki bir matah istedik.»
«Bu kadarını bizim evden de bulurduk.» diyecek oldum.
«Niye bulmadın o zaman?» diye çıkıştı Cemal. «Zaten bunlar yetmez. Git bir bak bakalım, başka ne var?»
Hatice hanımdan ancak bir sepet ile bir eski çamaşır leğeni koparabildim. Kilerde boşalmaya yüz tutmuş bir patates çuvalı bulunca; Hatice hanım her ne kadar mırın kırın ettiyse de, onu da boşalttırıp aldım.
Önce benim tüm doldurmuş olduklarımı gerisin geriye çıkarıp, işe yeniden başladılar. Cemal «Bak, her şeyi üst üste koymuşsun. Onun için sığmıyor.» dedi. Bir de ekledi: «Halbuki ne yapmak lâzım? Önce küçük şeyleri büyük şeylerin içine koymak. İçinde küçük olan büyükleri yerleştirip, aradaki boşlukları diğer küçüklerle doldurmak.»
Sanki tarlada bir mühendislik uygulaması tarif ediyor. Kızdım:
«O halde yap da görelim bakalım.»
İşe girişti.
Küçüğü büyüğün içine sokacakmış? Pöh!
Soktu da… Örneğin çaydanlığın içine bir ayakkabı koydu. Tek bir ayakkabı. Bir süre sonra o ayakkabının diğer tekini bir yere koyarken, «Bunun öteki teki nerede ki da!» diye söylenip aramaya girişti. Hiç sesimi çıkarmadım. Arasın, bulsun bakalım. Bulmak için bu kez tüm yerleştirdiklerini yine çıkarmak zorunda kaldı. Sonunda buldu çaydanlığın içinde. «Bu böyle ayrı ayrı olmaz da! Sonra bulunması zor olur.» deyip, çaydanlığın içindeki ayakkabıyı çıkarmaya girişti. Girmişti ama çıkmıyordu. Belki beş dakika, belki daha çok sadece o işle uğraştı. Ayakkabıyı çıkarmayı becerdiğinde, pes ettiğini duyurdu.
Muzip bir yüz ifadesiyle Ahi’ye baktım.
«Elbette, işi bilen kişinin yapması lazım.» dedi Ahi. «Fakat ben size bir şey söyleyeyim mi?»
Sanki “Söyleme.” desem söylemeyecek!
«Burada ikinizin de baştan beri yaptığı bir yanlışlık var. Bakın, nasıl ben şahsi eşyamı ayırmışsam, sizin aynı şeyi yapmanız gerek. Sonra da gerisine bakarız.»
Cemal ile ben birbirimizin yüzüne baktık. Ahi’nin haklı olduğu konusunda göz birliği ile anlaştık. İşi bozan biraz da Cemal’in o dağınık kişisel eşyasıydı zaten bana göre.
İkisini orada bırakıp, bir kez daha eve koştum. Odama çıkıp, bir spor çantası kapıp döndüm. Benim kişisel eşyam valizdeydi zaten; boynu bükülmüş duran Cemalinkiler de öteki çantaya doldu.
«Oldu mu?» dedim Ahi’ye. «Hadi bakalım, şimdi görelim bilen kişinin marifetini.»
İyibilen marifetini gösterdi. Bu marifet, dünyanın en kötü eşya toplayıcısı olmaktı.
İşe cam kavanozlardan birini kırmakla başladı. Kavanoz varsın kırılsın ama içinde reçel vardı. Onu sokuşturmak için ittirdiği yerin altında da domatesler… Sandık gibi bavulun içindeki her şey bir anda salçalı reçele bulaştı.
Bir de temizlemek amacıyla çay kaşığı kullanmaya girişmez mi?
«Tamam ula tamam, bırak.» dedi Cemal. «Ağır şeyleri aşağıya hafif ve narinleri yukarıya koyacaktın da!»
Dediği gibi, bazı şeyleri o sandık gibi bavula, bazısını küfeye, bazılarını da getirdiği portakal sandıklarına gruplar yaparak yerleştiriyordu. Arada bir de parmağını yalamayı ihmal etmiyordu: «Reçel de lezzetliymiş da!.. Yazık siz yiyemeyeceksiniz.»
Ahi ile ben Cemal’in yardımcısı olmuştuk. Bize «Şunu verin bana.» diyordu; veriyorduk. O da kendince en uygun yere koyuyordu. Derken, demliği istedi. Ahi ile bakındık. Demlik yok. Oysa yepyeni bir demlik almıştık. Cemal onu az önce gördüğünü iddia ediyordu.
«Yahu belki koydun az önce bir yere.»
«Hayır. Her şey sırasıyla kendi yerine. Bak çaydanlığı na buraya koydum. Şimdi demlik.»
Öyle diyordu da, o dediği yerde çaydanlık yoktu ki!
Demliği bırakıp çaydanlığı aramaya başladık.
Sonunda çaydanlığı Cemal buldu; Ahi’nin oturduğu yerin arkasında.
«İşte burada. Sen saklıyormuşsun.» diye çıkıştı.
Ahi de «Niçin saklayacakmışım ki?« diye ona çıkıştı.
«Daha başından beri istememiştin çay işini.»
«Ben çay içmem bilirsin. Kahve içerim.»
«Bize de içirmeyecektin. Ha şu cezveyi de atalım bakalım, nasıl içeceksin o zaman kahveni?»
Araya girme gereğini hissettim.
«Tamam. Kesin atışmayı. Çaydanlık bulundu. Şimdi demlik nerede, ona bakalım.»
«Nerede olacak? Sende.» dedi Ahi sakince.
«O da nereden çıktı?» diye itiraz etti Cemal.
«Hiç kıpırdama.» dedi Ahi. Yerinden kalktı. Cemal’in sağ kolunu tutup ağır ağır kaldırdı. Ben öteki yanda oturmuş olduğumdan göremiyordum durumu. Meğer öteden beri elinde tutuyormuş Cemal demliği.
Buna Cemal de güldü. Hep birlikte gülüştük.
Cemal yerleştirme işine devam ederken uzaktan uzaktan bir köpek ağlaması sesi duyduk.
Bu Soylubey… Bir yerde ağlıyor. Acaba neden? Acaba nerede? Acaba derdi ne?
Başından beri onu unutmuştuk.
Kulübenin kapısı açıktı. Dışarıda olsa yanımıza gelirdi. Buna rağmen dışarıya çıkıp baktım. Hayır! Köpek ağlaması sesi içerinden geliyordu.
O sandık gibi bavulu topyekun boşaltmamız gerekti. Soylubey en alta kurulup yatmıştı çünkü.
Cemal’in eline tavayı alıp onu bir kovalayışı vardı ki, sormayın. Oraya girmiş olduğu için değil, şimdi her şeyi yeni baştan yerleştirmek gerektiğinden. Aslında o da değil; bir yerine bir şey oldu mu acaba diye hepimizi korkutmuş olduğundan.
Soylubey’i çok severdik. Onsuz olamazdık. İçimizden biri hasta olabilir, bir yeri kırılabilir, başına başka türlü bir şey gelebilirdi belki ama bunlar Soylubey’e olmamalıydı.
Az sonra gelmiş, korka korka içeriye bakıyor, belli ki bir yandan da yelpaze gibi kuyruğunu sallıyordu. Yaptığı iş için özür dileyip, barışma isteğiydi bu.
«Soylubey, gel!» diye seslendim.
I-ıh! Orada duruyor. Öyle bakıyor.
Ahi «Gelsene be Soylubey.» dedi.
Durumda değişiklik yok. Cemal eşyayı yerleştirmeye devam ediyordu. Ona bir omuz attım. «Yine ne var?» der gibi yüzüme baktı. Soylubey’i işaret ettim gözümle.
Cemal işi bıraktı. Yere çömeldi. «Gel ula köpoğlusu.» diye seslendi. Soylubey bir anda Cemal’in üzerine tırmanıp, yüzünü gözünü yalamaya başladı.
«Tamam ula, yeter. Barıştık.»
Aşağı yukarı toparlanmıştık. Pek az şey kalmıştı.
Ahi saatine baktı. «Ohooo, geç olmuş.» dedi. «Akşam yemeğini de kaçırdık.»
«Evde bakayım bir şeyler var mı? Olmazsa Haticanıma bir sandviç falan yaptırırız.» diyecek oldumsa da lâfımı ağzıma tıkadı.«Yok, ben gideyim. Yarın yolcuyuz. Bu gece bir güzel uyku çekmeliyim. Şimdi burada yemek falan derken gecikirim. Yarın kaçta yola çıkıyoruz?»
«Saat onda iskelede buluşsak diyorum.»
«Bana uyar.»
Ona buluşacağımız yeri iyice tarif etmeye kalkıştım ama bizim ukalâ pek dinlemeyip sözümü kesti: «Tamam yahu, anladım. Ben bulurum.»