İSLÂM, "HOŞGÖRÜ" VE "EŞİTLİK"1
Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre
Müsâmaha, Hoşgörü Ve Tolerans
Çeşitli sözlükler müsâmaha için: 1. Hoşgörme, gözyumma, bir suçluya karşı şiddet göstermeyip geçiverme(!); 2. İhmâl, dikkatsizlik, gevşeklik; 3. Aldırış etmeme, kayıtsız kalma; 4. Savsaklama (Bk. 1. Hayat Büyük Türk Sözlüğü, 2. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, 3.Meydan Larousse, 4. Ferit Devellioğlu: Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat) anlamlarını takdîm etmekte ve bu sözcüğün cömertlik, elaçıklığı, iyilikseverlik anlamlarındaki Arapça semâhat sözcüğünden türediğine de dikkati çekmektedirler.
Hoşgörü dilimizde nisbeten yeni tutunmuş bir sözcüktür. Bu sözcüğün Meydan Larousse'a göre anlamı:
"Savundukları görüşler ve açığa vurdukları duygular bizimkilerle çelişen kimseleri sabırla karşılama, müsâmaha";
ve Büyük Larousse Sözlük Ve Ansiklopedisi'ne göre de:;
"1. Başkalarının kendisininkinden farklı düşünme ve yaşama biçimleri olmasını kabûl eden kimsenin tutumu, müsâmaha, tolerans; 2. Kimi durumlarda bir kimsenin bir kurala bir yasaya uymamasına göz yummayı getiren esneklik; 3. Anlayış, yüce gönüllülük(!) gösteren, çevresindekilerin davranışlarını hoş gören kimsenin tutumu"
olarak verilmektedir. Tolerans sözcüğüne gelince lâtince kökenli olan bu sözcük lâtince tollerare yâni (bir sıkıntıya, bir zorluğa, rahatsız edici bir şeye) katlanmak fiilinden türetilmiş olup Nouveau Petit Larousse En Couleurs'ün 1968 baskısına göre:
"1. Başkalarında bizimkilerden farklı düşünce ve hareket tavırlarının ve farklı duyguların varlığını kabûl etme eğilimi: sosyal hayatta fazîlet toleransdan daha faydalıdır. 2. Bâzı durumlarda birine lûtufta bulunmak: "Bu bir hak değil bir toleranstır". 3. Organizmanın ızdırap çekmeksizin bâzı maddelere katlanma özelliği: "Barbitürikli ilâçlara tolerans şahıslara göre çok değişkendir" 4. Bir imalâtta müsâmaha edilen boyut ya da ağırlık fazlası ya da eksiği: madenî paralarda tolerans olabildiğince küçüktür. 5. Tolerans Evi: Fuhuş yapılan ev, genelev."
anlamlarını taşıyabilmektedir. Fernando Palazzi: Novissimo Dizionario Della Lingua Italiana (Casa Editrice Ceschina, Milano; 2. baskı, 1970) ise tolerans için:
"1. Başkalarının bizim duygularımızla ya da fikirlerimizle uyuşmayan şeyler söylemesine ve işler yapmasına müsaade eden ve başkalarının hatâ ve kusurlarını affeden hoşgörü hasleti: politik ya da dinî tolerans. 2. Şerre ve ağrıya katlanma yeteneği."
tanımlarını vermektedir.
Bu tanımlar dikkatle incelendiğinde şu tesbitlere varılmaktadır:
1) Günlük hayatta bâzen aynı bağlamda kullanılmalarına rağmen müsâmaha, hoşgörü ve tolerans A) hem etimoloji açısından biribirlerinden farklıdırlar ve hem de B) semantik açıdan farklı içeriklere delâlet etmektedirler.
2) Tanımları ve nüansları ne olarsa olsun, her üç sözcüğe de atfedilmek istenen anlamın delâlet ettiği ortak kavram: "olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir tepki göstermeme hâli"ne işâret etmektedir.
3) Bu tepki göstermeme hâli, kişiye cebren empoze edilen bir hâl değil de kişinin kendi hür irâdesi ve hür seçimi ile takındığı bir tutumdur.
Hiç kuşkusuz böyle bir "tepki göstermeme"nin de kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen bir takım motivasyonları olacaktır. Bunlar: 1) vurdumduymazlık (ya da nemelâzımcılık) olabilir; 2) sabır ve merhamet duyguları olabilir; 3) düpedüz mazoşist bir eğilim olabilir; 4) olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir reaksiyon gösterildiği takdirde olumsuz ve şiddetli bir reaksiyonla karşılaşmakdan çekinmek olabilir; 5) olumsuz durumun, kendisinin cesâret edemediği bir reaksiyonu dile getirmiş olmasının bahşettiği örtülü bir tatmîn olabilir; 6) söz konusu olumsuz durumu, temelde, tasvîb etmek olabilir; 7) her çeşit olumsuz durumu tasvîb eden, kurulu düzene itiraz etmeyi fazîlet addeden bir rûh hâleti olabilir; ve nihâyet
bu olumsuz durumu tasvîb etmenin kendisini herkesden farklı bir statüye eriştirdiği zannı olabilir.
Ayrıca tolerans, hoşgörü ve müsâmaha sözcükleri arasında bunların içerdikleri dinamik açısından da büyük fark vardır. Gerek tolerans, gerekse hoşgörü bunun müellifinin olumsuz bir duruma karşı yönlendirilmiş olduğu, tek yönlü bakış açısına işâret etmektedir. Oysa müsâmaha, her ne kadar sözlüklere açıkça geçmemiş ise de, tıpkı: mübâdele (karşılıklı değiş-tokuş etmek), mücâdele (biribiriyle cidâlleşmek), müdâbere (biribirine arkasını dönme), mükâleme (karşılıklı konuşma), mükâreme (eliaçıklık konusunda karşılıklı yarışma), mükâtebe (karşılıklı yazışma), mülâmese (el ile biribirine dokunma), mülâsaka (biribirine yapışma), mülâtefe (biribiriyle şakalaşma), mümâsaha (biribirine sözle yumuşak hareket etme), münâkaşa (karşılıklı tartışma), münâzaa (karşılıklı ağız kavgası), münâzara (kurallara uyarak karşılıklı konuşma), müsâlâha (karşılıklı uzlaşma), müsâvat (iki şeyin aynı niteliklere sâhib olması), müsâyefe (biribirine kılıç çekme), müsâyere (en az iki kişinin biribirlerine yol arkadaşı olması), müşâtara (biriyle bir şeyi yarı yarıya bölüşme), ilh.... sözcüklerinde olduğu gibi iki kişinin biribirine karşılıklı semâhatte bulunmasına delâlet ettiğinden tek yöne değil, karşılıklı iki yönün varlığına işâret etmektedir.
Bu i'tibârla, eğer müsâmaha hoşgörüyü ifâde ediyor ise, kendisine hoşgörü ile muamelede bulunulan kimsenin de bu hoşgörülü kimseye karşı hoşgörülü olması gerekir. Hâlbuki bu her zaman böyle değildir. Binâenaleyh müsâmaha sözcüğü tolerans ve hoşgörü sözcüklerinin ortaya koydukları anlamdan farklı bir anlama sâhibtir. Bu her iki sözün eşanlamlı olarak kullanılması ise ancak bir "galat-ı meşhûr" statüsü çerçevesinde olabilir.
Tolerans (fransızca: tolérance, italyanca: tolleranza) sözcüğünün zıddı fransızcada "intolérance" ve italyancada da "intolleranza"dır. Nouveau Petit Larousse En Couleurs "intolérance" için: "Politik ve dinî konularda görüş ve inanç bakımından farklı kimselere karşı takınılan hınç dolu saldırgan tavır" ve Novissimo Dizionario Della Lingua Italiana da "intollerranza" için: "Başkalarının kendininkinden farklı bir görüşe sâhib olmalarına tahammül etmeme hâli" tanımlarını vermektedirler. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi ise: "Bir düşünceye, bir inanışa körü körüne bağlanma, başka düşünceleri, başka inançları bütünüyle yadsımayı (reddetmeyi) taassub ya da bağnazlık olarak tanımlamaktadır. Buna göre tolerans ya da hoşgörünün zıddı: toleranssızlık ya da hoşgörüsüzlük değil taassub ya da bağnazlıkdır.
Tolerans, Tıpkı Eşitlik Gibi,
İslâmiyet-dışı Bir Paradigmadır
Tıpkı eşitlik (müsâvat) kavramının İslâm-dışı bir kavram olması ve Kur'ân'da yer almamış olması gibi, hoşgörü (müsâmaha) kavramı da Kur'ân'da, ve tesbit edebildiğim kadarıyla, mûteber Hadîs külliyâtlarında yer almamaktadır. Her iki kavram da Batı Hıristiyan Medeniyetine has paradigmalar yâni "düşünce kalıpları"dır.
Buna karşılık Kur'ân, pekçok âyetin de te'yid ettiği gibi, toplumsal hayatın düzenlenmesi konusunda nizam koyucu kavramlar ve dolayısıyla da dinî vecîbeler olarak: adâlet, ihsân, merhamet, sabır ve af kavramlarını temel olarak alır. (Bk. meselâ: II/1 12; III/134; IV/58 105-109, 135, 149; V/8; VII/29, 181; XVI/90; XXVI/205-207; XXXI/3-5; XXXVIII/26; XL/20; XLII/37, 40-43; XLIX/9; LVII/25; XC/17-18 âyetleri).
Günümüzde "eşitlik ilkesine inanmış olmak", genellikle, "hoşgörülü olmanın" da "âdil olmanın" da temeli olarak sunulmaktadır. "Eşitlik" ve "hoşgörü"nün hıristiyan Batı'ya has birer kavram iken nasıl olup da hiç filtre edilmeden ve bunların islâmî yanları olup olmadığı araştırılmadan Türk toplumuna sızmış olması ve hattâ i'tibâr kazanması ilgi çekicidir. O kadar ki, bugün gerek "Eşitlik" gerekse "Tolerans (Hoşgörü)" kavramlarının İslâm-dışı kavramlar olduğu açıkça ifâde edildiğinde "Böyle bir iddia İslâm'a karşı büyük bir bühtândır" diyerek buna şiddetli tepki gösteren pekçok hâlis ve muhterem müslüman vardır. Bu da medya aracılığıyla yapılan propagandaların insanları nasıl etkin bir biçimde Pavlov'un şartlı refleksine tâbi' tutmakta ve idrâklerini ne kadar köreltmekte olduğunun bir başka delîlidir. Şimdi, tolerans kavramından önce eşitlik kavramının gelişmesini ve ortaya çıkardığı garâbetleri incelemek istiyorum.
"Eşitlik" Paradigması
"Eşitlik" (ya da arapça-osmanlıca deyimiyle müsâvat) hangi yaştan ve hangi toplumsal tabakadan olursa olsun, hemen herkesin ömrü boyunca diline pelesenk ettiği; kendini ezik, dezavantajlı ya da suçlu hissettiği her durumda sihirli etkisine sığındığı bir sözcük olarak kendini göstermektedir. Sihri de herkesin bu sözcüğün mâhiyetine atfettiği anlamın sübjektif, değişken ve muğlâk olmasından ileri gelmektedir.
"Eşitlik", aslında, Fransız İhtilâli'nin insanlığa empoze etmiş olduğu bir slogandır. "Liberté, Égalité, Fraternité" yâni "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" (ya da arapça-osmanlıca deyimiyle: "Hürriyet, Müsâvat, U-huvvet") bu ihtilâlin gerçekleştirmeyi taahhüt ettiği ve bir slogan şeklinde ilân ettiği programı idi.
Bir sloganın işlevi, bir kimsenin "iştirâk içgüdüsü"nü tahrîk etmek, onu rasyonel düşünce ve otokontrol sınırlarını aşmağa sevketmek, ve, sloganın sürekli tekrarıyla oluşan şartlı refleks aracılığıyla da onda belirli bir düşünce veyâ davranışı tetiklemektir. Slogan tek bir kelimeden, sentaksı olmayan bir kelimeler dizisinden ya da kısa bir cümleden ibâret olabilir; genellikle bir emri ya da bir hükmü ifâde eder; veyâhut da burada olduğu gibi, izlenmesi gereken bir dizi ilkeyi belirtir. Bir sloganın sık ve sürekli tekrarlanması, beynin normal tefrik ve temyiz fonksiyonlarını şartlı refleks etkisiyle uyuşturup ta'til ederek o slogan hakkında beynin kritik bir düşünce ve analiz üretme yeteneğini pasifleştirir. Zâten bu da reklâmcı ve propagandistlerin ustalıkla kullandıkları yegâne silâhlarıdır.
"Eşitlik" sosyal hayatta izlenmesi elzem olan (ve, zaman içinde, bundan ufak bir sapmanın dahî gitgide en büyük sosyal suç olarak değerlendirildiği) kaçınılmaz bir ilke olarak, ilk önce, Tanzîmat Fermânı ile Türk-Osmanlı hayatına girmiştir. Tanzîmat'tanberi de Devlet'in şeklinde bir ıslahat yapmak tutkusuna kapılan herkesin olduğu kadar, Devlet adamlarını suçlamayı marazî bir zevk hâline getiren kalem erbâbının da diline pelesenk ederek güç kuvvet aldıkları bir ilhâm kaynağı olmuştur.
"Eşitlik" bukalemun gibi kılık değiştirici ve zeytinyağı gibi bulaşıcıdır. Bulaştığı yerden söküp atmak hemen hemen imkânsızdır. Bütün ihtilâller, bütün hükûmet ve devlet darbeleri hep onun hükmünü geçerli kılmak için yapılır; her baş kaldırışın, her anarşinin ilhâm perisidir o! O kadar değerlidir(!) ki ona ulaşabilmek ve onu hükümrân kılabilmek için fedaîleri her fedâkârlığa, ve hattâ çoğu kere, geçici bir süre(?) ve pragmatik amaçlarla olduğunu iddia ederek, "Eşitlik" fikrinden ferâgat etmek fedâkârlığına bile seve seve katlanabilmektedirler.
"İnsanlar eşit doğar", "Kadın erkek eşittir", "İnsanlar eşittir", "İnsanlar kanûnlar karşısında eşittirler", "Fırsat eşitliği"...ilh... gibi deyimler eşitlik kavramının girdiği çeşitli kılıklardan ancak bâzılarına işâret etmektedir.
İnsanların eşit doğdukları da, eşit oldukları da aslında hiç görülmemiştir. Aynı yumurta ikizleri bile kilo ve boy bakımından biribirlerinden farklıdırlar. Ayrıca, bir çocuk koca bir servetin doğuştan sâhibi olarak Dünyâ'ya gelirken bir diğerinin ise üzerine kundak niyetine saracak bir bez parçası dahî bulunamayabilmektedir. Kimisi bir sultanın çocuğu olarak doğarken kimisi de bir kölenin mecbûren köle olacak çocuğu olarak dünyâya gelmektedir. Bu durum karşısında, Allah'ın bilfiil bahşetmediği eşitliğin lâfzen lûtf ve ihyâ edilebileceğini sanmak gibi bir serapla insanların kendi kendilerini aldatıp avutmalarındaki garâbet ne kadar ibret vericidir!
Kadın-erkek eşitliği ise tam bir kuruntudur. Kadın da erkek de morfolojileri bakımından olsun, yüklendikleri görevler bakımından olsun ve kadının yasalar önündeki çok isâbetli ve de islâmî adâlet'e uygun "imtiyazlı durumu" bakımından olsun asla eşit değildirler.
"Fırsat eşitliği" de yalnızca bir ütopyadır. Çemişkezek ilköğretim okulunu Millî Eğitim Bakanlığı'nın müfredat programına uygun olarak birincilikle bitirmiş olan bir çocuk ile İstanbul'da paralı bir ilköğretim okulunu birincilikle bitirmiş ve son iki yılını da özel derslerle takviye ederek Anadolu Liseleri giriş sınavında özel olarak hazırlanmış olan bir çocuğun aynı giriş sınavında, aynı sorulara tâbi' olmaları zâhiren bir fırsat eşitliğidir ama sınavın ilkokul müfredâtı dışından sorular da ihtivâ etmesi acabâ hangi adayın lehinedir? Ve bu durumda fırsat eşitliği korunmuş olmakta mıdır? Uygulamada buna benzer örnekleri sonsuzadek çoğaltmak mümkündür.
"İnsanların yasalar karşısında eşit olduğu" da objektif gerçeği yansıtmamaktadır. Bu doğru olsaydı, meselâ milletvekillerinin ve öğretim üyelerinin, subayların ve altmış yaşının üstündeki emeklilerin avâma nazaran hiç bir imtiyâza sâhib olmamaları gerekirdi; ya da hiç değilse memur, işçi ve Bağ-Kur emeklilerinin aralarında emekli maaşları ve sağlık teminâtı gibi diğer imkânları bakımından hiç bir fark olmaması gerekirdi.
"Eşitlik İlkesi" Türk Anayasalarının da baş tâcıdır(!); ama başımıza bir hayli dar gelen, başımızı ağrıtan bir tâc olacak ki T.C. Anayasa Mahkemesi "Eşitlik İlkesi"nin mâhiyeti gereği tazammun ettiği, eşyânın tabîatına aykırı bütün saçmalıkların önünü kesebilmek için (ve "Eşitlik İlkesi"nin Anayasa'daki ifâdesiyle açık çelişki içinde olmasına aldırmadan) 29 Kasım 1966 da E.1966/11, K.1966/14 sayılı yorumu(!) ile cesur ve sağduyulu bir karar almak mecbûriyetinde kalmıştır (Heyhat! Zarûretler vâsıtaları mubah kılmaktadırlar!):
"Kanûn karşısında eşitlik demek bütün yurttaşların hepsinin, her yönden aynı hükümlere tâbi' tutulmaları demek değildir. Bir takım yurttaşların başka hükümlere bağlı tutulmaları, haklı bir nedene dayanmakta ise, böyle bir durumda kanûn karşısında eşitlik ilkesinin çiğnenmiş olmasından söz edilemez (Ve minel garâib!)2. İnsanlar arasındaki yaratılış veyâ çalışma gücü veyâ sağlık bakımından veyâ nitelikçe buna eşit nedenler dolayısıyla pek çok ayırım bulunduğu apaçıktır. Örneğin bir kadın ile bir erkeğin, sakat bir kimse ile sağlam bir kimsenin, askerlik yükümü bakımından; bir zengin ile bir orta halli kimsenin belli bir vergi yükü bakımından (....) başka başka hükümlere bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırı olmaz; çünkü bu ayrı tutulma haklı nedenlerin sonucudur."
Bu yorum ve karar, o târihte yürürlükteki 1961 Anayasmın 12. maddesinin l. fıkrasında: "Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyâsî düşünce, felsefî inanç, din ve mezheb ayırımı gözetilmeksizin kanûn önünde eşittir" ifâdesinin ve aynı maddenin "hiç bir kişiye, aileye, zümreye veyâ sınıfa imtiyâz tanınmayacağını" derpiş eden 2. fıkrasının gerçekleştirilmesi mümkün olmayan doktriner ütopyasının uygulamada ortaya koyduğu engelleri aşmak husûsunda Anayasa Mahkemesi'nin sağduyusunu ve kararlılığını ortaya koymaktadır. Fakat, bütün gerçekçiliğine rağmen, bu yorumun gene de Anayasa metnindeki "Eşitlik İlkesi" ile açıkça çelişik, ve bu ilkenin mâhiyetinin reddinden başka bir şey olmadığı da gözden kaçmamalıdır.
Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı aynı zamanda örtülü bir biçimde, 1961 Anayasası'nı ve daha sonra da aynı ibârelerin yer aldığı 1982 Anayasası'nı hazırlayanları: ya 1) Bu bağlamdaki "Eşitlik" kavramının Anayasa'ya, sihrine ve câzibesine kapılarak tenkidî aklın süzgecinden geçirmeksizin, sırf sübjektif dürtüyle dâhil etmiş olduklarını, ya da 2) "Eşitlik" ilkesinin ne türlü iltibâsa yol açabileceğini müdrîk olmuş olsalar bile, bunun lâfzî ifâdesini: a) hiç bir yorum gerektirmeyecek bir tarzda, b) efrâdını câmî ve ağyarını manî, c) açık-seçik-bilimsel bir şekilde yazıya dökmekten âciz olduklarını da ortaya koymaktadır.
Anayasa Mahkemesi'nin 1966 târihli, uygulama açısından isâbetli, fakat mantık açısından çelişkili ibâreler ihtivâ etmesi dolayısıyla şekil bakımından ister istemez sakat olan bu yorumuna rağmen, bu yorumdan 16 yıl sonra 1982 Anayasası'nı hazırlayanların aynı muğlâk ve yoruma muhtaç ibâreleri bu Anayasa'nın da 10. maddesine dercetmiş olmalarındaki ısrârı anlamak mümkün değildir.
Bilimsel gerçekler: 1) kendilerini ya da etkilerini idrâk edenlerin benliklerinin dışında bulunan, yâni 2) idrâk edenden de, bu idrâkten de ve bunu idrâk etmek için yararlanılan duygular, gözlem ve ölçüm âletleri, aklın ve akılyürütmenin kuralları ve bunlar gibi diğer araçların tümünden de bağımsız olan, ve 3) bunları gözleyip idrâk edebilecek akıl sâhibi tek bir varlık olmasa dahî var olmağa devam eden nesnelerdir.
Bundan ötürü meselâ Arzın Güneşin etrafından dolanmakta olduğu gerçeğini demokratik bir oylamayla değiştirmek mümkün değildir. XVII. yüzyılın başında Galileo Galilei'yi yargılayan Engizisyon Mahkemesi üyeleri Arz'ın sâbit, Güneşin ise onun etrafında dönmekte olduğunu ve kezâ Güneş'in yüzeyinde, Galileo'nun dürbünüyle gözlemiş olduğunu iddia ettiği gibi, lekeler olamıyacağını oybirliğiyle te'yid ve îlân etmişlerdir. Bu mahkemenin kararı Arz'ın Güneş'in etrafında dolandığı gerçeğini değiştirmemiş, Güneş'in lekelerini de yok kılmamıştır. Bu karar yalnızca mahkemenin cehâletini, bu cehâletini idrâk edememe bağnazlığını tescil eden, katolikler arasında da yüzyıllardanberidir süren bir nifâkın kaynağı olmuştur. Çünkü ilmî gerçekleri demokratik yöntemler aracılığıyla (meselâ oy çokluğu ile) değiştirmek mümkün değildir. Bu kapsamda: İlimde demokrasi olmaz! Buna tevessül edenler, din açısından ve farkında olmadan, kendilerini Rabb'in yerine koyan bir şirk-i hafî (gizli şirk) sergilemektedirler. Böyle bir Rubûbiyyet Kompleksi ile (yâni kendini adetâ Rabbü-l Âlemiyn yerine koyma marazı ile) mâlûl olanlar ise hem kendilerini ve hem de mensûb oldukları topluluğu büyük töhmet altında bırakmaktadırlar. Semâvî dinler göz önüne alındığında ise bunların nusûsunu da (yâni inançla ilgili dogmalarını da) parmak kaldırmak sûretiyle değiştirmek gene muhaldir. Bu kapsamda: Dinde de demokrasi olmazl
Eşitlik yâni müsâvat, geçerli ve anlamlı bir kavram olarak, yalnızca Matematik'te ve Fizik'te bulunmaktadır. İnsanlar arasında eşitlik olmadığı gibi yasalar karşısında insanların gerçekten de eşit olduğu bir ülke de bulunmamaktadır. Her ülkenin kanûnî mevzuatı, ne kadar eşitlik taraftarı olurlarsa olsunlar, her insanı aynı hükümlere tabî tutmamaktadır. Meselâ Türkiye'de çalışan kadınların emeklilik yaşı erkeklerinkinden beş yıl daha azdır. Ve bunun hiçbir haklı yanı da yoktur. Çalışan kadının kocası da çalışıyorsa vergi indiriminden yalnızca koca yararlanmaktadır. Kadının, kocaya tanınmayan, bir doğum-öncesi ve bir de doğum-sonrası ücretli izne hakkı vardır.
Kezâ, şehir içi ulaşım araçlarında, aynı taşıma ücretini ödemiş olmalarına rağmen, herkes oturarak seyahat edememekte ve çoğu kimse ayakta kalmaktadır. SSK'ya ya da bankalara borcu olan büyük sanayicilerin borçları ertelenebilmekte ve hattâ silinebilmektedir de aynı suhûlet küçük esnafa ve çiftçiye tanınmamaktadır. Devletin büyük kurum ve kuruluşları kendi mensûblarına masraflarının heybetli bir bölümü Devlet'in kesesinden karşılanmak üzere lokal, lokanta, berber, market, otomobil, konuk evi, kamp, dinlenme yeri, lojman ve benzeri tesisler aracılığıyla büyük imkânlar ve imtiyazlar tanımaktadırlar; ama sâde vatandaş bütün bunlardan mahrumdur... ilh...
"Eşitlik İlkesi" x ve y gibi iki kişi arasında nitelikler ya da hukuk açısından "=" (eşit) işâretiyle belirlenen bir bağıntının olması gerektiğini ilke olarak vaz etmektedir. Oysa yukarıda verilen örneklerin de göstermiş olduğu veçhile gerçekte böyle bir bağıntı mevcûd değildir. Mevcûd olan x ve y arasında a, b, c, .... gibi bir takım parametrelere tabî ve çoğu zaman da t zaman değişkenine bağlı, f(x, y, t, a, b, c, ...) = 0 şeklinde ifâde edilebilecek olan girift bir bağıntıdır. Genellikle de böyle bir bağıntının, pratikte, x = y hâli için hiç bir reel çözümü bulunmamaktadır.
Kur'ân'da ise müsâvat (eşitlik) kelimesinin bulunmamasının hiç kuşkusuz İlâhî Hikmet'e dayalı bir sebebi vardır. Allah, Nahl sûresinin 90. âyetinde, insanlara müsâvatı değil, adâleti ve ihsânı emretmektedir. Burada adâlet ve ihsânın birlikte zikredilmesinin de büyük bir hikmeti vardır. Çünkü çoğu kere: 1) ihsânsız adâlet: zulme, 2) adâletsiz ihsân ise: nifâka sebeb olabilmektedir.
"Eşitlik" batı medeniyetinin îcâdı olan bir düşünce kalıbı (paradigma)'dır. Türk-İslâm an'anesinin "Adâlet ve İhsân" paradigması yerine Tanzîmat'danberi bu batı paradigmasının yerleştirilmiş olması ve Devlet'in de, vatandaşlarına adâlet ve ihsân ile muamele etmek yerine, kendisini ille de "eşitlik çerçevesi içinde" muameleye mecbur sayması herkesi gitgide tahrîk etmiştir. Bunun sonucu olarak, insanlar kendinde bulunmayanı eşitlik adına arsızca taleb etmeğe başlamış ve böyle bir motivasyonla ileri sürülen taleblerin olağanüstü bir yaptırım potansiyeline sâhib olduğunu görmekten de büyük zevk almışlardır. O târihten bugüne kadar Türk toplumunu sarsan, çoğunlukla da Basın'ın belirli bir kesiminin coşkuyla desteklemiş olduğu (meselâ sayısız hükûmet darbeleri gibi) bir sürü fâhiş hatâ ve suç, anarşik başkaldırışlar, terör (yâni eşkiyâlık) ve (meselâ lûtîlerin durumları, evlilik müessesesinin fuzûlîliği ve kadınların ve erkeklerin ayıplanmaksızın her türlü cinsel özgürlüğe sâhib olmaları gibi) daha bir sürü edebsizlik ve fuhşiyât ciddî ciddî hep eşitlik adına meşrû gösterilmeğe kalkışılmıştır.
Ne yazıktır ki Tanzîmat'dan günümüze kadar iş başına gelmiş olan büyük Devlet adamlarımızdan çoğunun akılları hep Fransız İhtilâli, bir kısmınınki de Komünist Rus İhtilâli ile kamaşmıştır. Bunlar, bu ihtilâllerin fikriyat kozasını bir türlü parçalayamamışlar; biribirlerini kopya eden kötü taklîdler olmaktan kendilerini âzâd edecek geniş görüşlülük, ilim ve dirâyeti de asla sergileyememişler; bu ihtilâllere has paradigmalara cankurtaran simidi gibi sarılmayı da medeniyet, ilericilik, fazîlet ve de Türkiye'nin yegâne selâmet delîli addetmişlerdir.
Nitekim Kur'ân'da bir yandan müsâvat sözcüğünün bulunmaması, diğer yandan da:
* "Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır.." (VI/132)
* "...(Gerçek müminlerin) Rabb'larının katında dereceleri vardır..."(VIII/4)
* "...(Allah'ın hoşnutluğunu gözetenle Allah'ın hışmına uğrayanlar) Allah katında derece derecedirler..." (III/162)
âyetleri 1789 Fransız İhtilâli'nin ön plâna çıkardığı şekilde bir müsâvat (eşitlik) kavramının İslâm'da aslen mevcûd olmadığına işâret etmektedirler.
İlâhî Adâlet'in öngörmediği ve gerçekte de var olmayan eşitliği beşerî adâletin demokratik bir biçimde (parmak kaldırmakla, yâni çoğunluğun oylarıyla) var olarak kabûl etmesi ile Engizisyon Mahkemesi'nin astronomik bir gerçeği oybirliğiyle reddetmiş olması olgusu arasında, idrâk ehli için, mâhiyet bakımından ne kadar da ilgi çekici bir paralellik bulunmaktadır! Bu açıdan bakıldığında "Eşitlik İlkesi" insanlara Allah'ın vermediğini vermeğe yönelik bir Rubûbiyyet Kompleksi'nin eseri imiş gibi görünmektedir.
Psikologların, sosyal bilimcilerin, siyâset adamlarının, din âlimlerinin ve nihâyet yasa koyucu makamın "Eşitlik İlkesi" ile "Adâlet ve İhsân Emri" üzerinde objektif bir biçimde ve inceden inceye düşünüp tahlîler yapmalarının hem ibret verici ve hem de çok faydalı sonuçlar vereceği şüphesizdir.
Hoşgörü İslâmiyet-dışı Bir Paradigmadır
Hoşgörünün: "Olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir tepki göstermeme hâline işâret ettiği"ni tesbit etmiştik. İslâm'a göre, bir kimsenin şahsına karşı "olumsuz durumlar" söz konusu olduğunda kişi, kendi öz irâdesiyle: 1) eğer gerekiyorsa, kısas isteyebilir, 2) bunların karşılığını Allah'a havâle edebilir, 3) bununla ilgili hesabın görülmesini Rûz-i Cezâ'ya (yâni Ahiret'e) bırakabilir, 4) sabır ve tahammül gösterebilir, ya da 5) mâruz kaldığı "olumsuz durum"un müellifini af edip hakkını helâl edebilir. Özellikle son iki şık, bir Batı paradigması olan hoşgörünün teşkil ettiği filtrenin ardından bakıldığında, "hoşgörülü davranışlar" olarak yorumlanabilirler. Zâten Kur'ân ve Sünnet de, şahsî haklar söz konusu olduğunda, müslümanları hatâ ve kusurları örtmeğe (dolayısıyla ihsân sâhibi olmağa) ve affedici olmağa dâvet etmektedir. (III/134; IV/149; XXIV/22; XLII/37, 40-43).
Bununla beraber, söz konusu "olumsuz durumlar" kişilik haklarını değil de doğrudan doğruya İslâm'ı ilgilendiriyorsa o zaman bir müslümanın davranış biçimi tümüyle başka bir ilâhî norm'a tabî olur. İslâm dini açısından bu olumsuz durumlar:
* İslâmî nusûsa (dogmalara) aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir.
* Şerîat'ın diğer kurallarına aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir.
* İslâm ahlâkına ve İslâm'ın toplum anlayışına aykırı ve reaksiyoner durumlar olabilir.
Kur'ân'ın V/35 âyeti Allah yolunda cihâd etmeyi emretmektedir. II/218 âyeti ise: "Gerçekten de îmân edenler, ve Allah yolunda yerlerini yurtlarını terkedip de hicret edenler ile cihâd edenlere gelince, onlardır Allah'ın rahmetini umanlar. And olsun ki Allah Gafûr ve Rahîm'dir" demektedir. Cihâd'ın ne anlama geldiğini ise Hz. Peygamber'in şu hadîsi açıklamaktadır:
* "Cihâd dörttür: 1) İyiliği emretmek; 2) Kötülüğü yasaklamak; 3) Dayanma gereken işlerde, yerlerde dayanıp sabretmek; ve 4) Kötü kişiyi sevmeyip kötülüğünü reddetmek" (Suyûtî: Câmi al Sagıyr/A. Gölpınarlı: H. Muhammed ve Hadisleri; Arkın Kitabevi, İstanbul 1957).
Başka iki hadîsde de:
* "Biriniz kötü bir şey gördü müydü onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmez ise diliyle o kötülüğü men etsin; buna da gücü yetmez ise gönlüyle reddetsin onu ve bu, îmânın en zayıf derecesidir." (A.g.e.)
* "Yapmıyorsanız bile iyiliği emredin; hepsinden çekinemiyorsanız, bâzı kötülüklerde bulunursanız bile kötülüğü nehyedin." (A.g.e.)
denilmektedir. Bu bakımdan yukarıda sıralanmış olan olumsuz durumlara karşı cihâd etmenin her müslümana farz olan bir sorumluluk olduğu ve bu durumlara karşı bir müslümanın reaksiyonsuz kalmasının, tolerans göstermesinin ise tümüyle muhâl olduğu aşikârdır.
Bir müslüman, kendi hevâ ve hevesi dolayısıyla değil, dîninin gereği olduğu için, Allah'ın rızâsını kazanmak için bu olumsuz durumlara karşı cihâd etmek zorundadır. İşte bu sebebden dolayıdır ki bu olumsuz durumlara katlanmak, tolerans (ya da hoşgörü) sâhibi olmak islâmî olmayan bir tutumdur.
İslâm'da, genel bir kural olarak: 1) akl-ı baliğ olmamış sübyânlar, 2) çok yaşlı, dermansız kimseler ile 3) deliler Şerîat'ın yüklediği sorumluluklarının dışında tutulmuşlardır. Bu bir hoşgörü değildir Çünkü müslümanlar kendi hür irâdeleriyle bunların noksanlıklarına göz yumuyor değildirler. Aksine bu, bunların bu doğal özürleri dolayısıyla, Şerîat'ın sorumluluklarını yerine zâten getiremeyeceklerinin âdil, muhsin ve merhametli bir biçimde te'yid ve tescil edilmesidir. Bu adâlet, bu ihsân ve bu merhamet de kişinin kendi hevâ ve hevesinden zuhur etmemekte, bilâkis Kur'ân'da ve Sünnet'de ifâdesini bulan kuralların ifâdesini yansıtmaktadır.
Söz konusu kimselerin Şerîat'ın yüklediği sorumlulukların dışında tutulmuş olmasının bir hoşgörü (ya da tolerans) olmadığını ifâde ettik. Fakat dikkat edilmelidir ki bu, toleransın zıddı da (yâni taassub da) değildir.
Hıristiyanlığın hâkim olmuş olduğu ortamların kültürü açısından toleransın olmadığı yerde taassubun bulunması belki mantıkî bir paradigmadır. Ve belli ki, böyle bir paradigma varsa, bu iki-değerli bir mantığa dayanan bir paradigmadır. İslâm'a, eğer, bir hıristiyan kültürü paradigması olan tolerans (yâni hoşgörü) yamanmağa kalkışılırsa ortaya çıkan ucûbe kültürü, bütün muğlak vecheleri göz ardı edilse bile, iki-değerli bir mantık çerçevesi içinde fehmetmek imkânsızdır. Çünkü birbirlerinin zıdları olan toleranslı ve mutaassıb değerlerinden başka bir değer ihtivâ etmeyen iki-değerli bir mantık Kur'ân ve Sünnet'e uygun âdil, muhsin, merhametli, sabırlı ve affedici değerleriyle genişletilmiş çok-değerli bir mantığın geçerli olacağı alanı kuşatamaz. Bunun dışında da kimsenin İslâm'ın bu 5 boyutlu ahlâk anlayışını hoşgörüden ibâret tek bir boyuta indirip de fakirleştirmeğe hakkı yoktur!
Tolerans kavramı Batı'da Katolik Kilisesinin bayraktarlığını yaptığı dinî taassubun kasıp kavurmuş olduğu ülkelerde, yüzyıllar boyunca yavaş yavaş şekillenen bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu konuda bu dinî taassubun motive ettiği sayısız fâciadan meselâ XIII. yüzyılın başından i'tibâren Katar'lara uygulanan "Albi Haçlı Seferleri" gibi kanlı temizlik hareketlerini, ya da 24 Ağustos 1572 tarihli Saint-Barthélemy katliâmı gibi protestanların kütlesel katliâmlara tâbi' tutulmasını, Engizisyon mahkemelerinin pekçok ülkede uyguladığı mezâlimi ve büyücülerin ya da büyücü olarak addedilenlerin diri diri yakılmasını hatırlatmak yeterlidir.
Oysa İslâm Âlemi'nde farklı inançlara mensûb toplulukların aynı bir devletin çatısı altında huzur içinde yaşamaları imkânı, Hz. Peygamber'in Mekke'den Medîne'ye hicretinin hemen akabinde yâni VII. yüzyılın ilk çeyreğinde, İslâm'da "Medîne Vesîkası" diye anılan fakat daha ziyâde Medîne şehir-devletinin anayasası mâhiyetindeki bir vesîkanın yürürlüğe konulmasıyla (asla bir lütuf ya da bir tolerans olarak değil, fakat) İslâm'ın temelindeki adâlet, ihsân ve merhamet'in gereği olarak te'min ve tescil edilmiştir. Aynı durum Sultân II. Bâyezid'in 1494 yılında İspanya'daki hıristiyan mezâliminden kaçan yahudiler için de geçerlidir.
Ayrıca şu husûsu da göz önünde bulundurmakta yarar vardır. Eğer tolerans ya da hoşgörü için Meydan Larousse'un yukarıda verilmiş olan: "Savundukları görüşler ve açığa vurdukları duygular bizimkilerle çelişen kimseleri sabırla karşılama" tanımı temel alınacak olursa sabır'ın zâten gerek Kur'ân'da gerekse Sünnet'te ifâdesini bulan ve her müslümanın, din açısından, sâhib olması gereken bir islâmî fazîlet olduğuna da dikkati çekmek istiyorum. Nitekim Kur'ân'da:
* "Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları hiyle ve tuzaklardan da kaygı duyma!" (XVI/127)
* "... Elbette bundan çok sabreden, çok şükreden herkes için alınacak ibretler vardır" (XLII/33)
* "Rabb'inin hükmüne sabret! ..." (LII/48)
* "... Ve sabredin! Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir" (VIII/46)
* "Sabırlı ol! Muhakkak ki Allah iyi işlerde bulunanların mükâfatını zâyî etmez!" (XL/l 15),
* "Andolsun ki mallarınızla, canlarınızla sınanacaksınız.: Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar ile Allah'a şirk koşanlardan da kötü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve sakınırsanız şüphe yok ki bu yapılacak işleri en iyi şekilde yapma kararlılığınızdandır" (III/186)
ve hadîslerde de (Ö.F. Mardin: Hadîs-i Şerifler, Mevzulara Göre Tasnifli-Şerhli, İstanbul, 1978):
* "Sabır gelişmenin anahtarıdır..."
* "Sabrederek gelişmeleri beklemek ibâdettir"
* "Belâya, çileye sabır ibâdettir"
denilmektedir.
Ayrıca Batı'nın dinî tolerans (ya da hoşgörü) dediği ise, İslâm'da, kişilerin hevâ ve heveslerinin icbâr ettiği bir ilke olarak değil fakat Kur'ân'da Bakara Sûresinin 256. âyetinde: "Dinde zorlama yoktur" şeklinde ifâdesini bulmuş olan bir İlâhî Hüküm ve Emir olarak tezâhür etmektedir. Ayrıca, kişilerin mensûb oldukları dinlerdeki, lâik yasalara ve umûmî ahlâka açıkça aykırı olmayan fakat Müslümanlara ters gelen uygulama ve davranışları karşısında sabırlı davranmak ve bu gibi kimselerin hidâyeti için Allah'a dua etmek de İslâm Ahlâkı'nın gereğidir. Bununla beraber, bu kapsamda İslâm Âlemi'nde sanki bu hüküm yokmuş gibi tecellî eden bâzı nefsânî sapık uygulamaların İslâm'daki bu İlâhî Hüküm ve Emrin keenlemyekûn addedilmesi için bahâne teşkil edemeyeceğini de vicdân ve temyiz sâhiblerinin teslim etmesi gerekir.
Sonuç
"Eşitlik" 1789 Büyük Fransız İhtilâli 'nin ihdâs ve icbâr etmiş olduğu bir kavramdır. "Hoşgörü" ise hıristiyanlar arasındaki mezheb kavgalarına ve diğer dinî bağnazlıklara tepki olarak yavaş yavaş oluşmuş olan bir kavramdır. Her ikisi de hıristiyan batı kültürüne has kavramlardır. Her iki kavram da bu kültürün günümüze kadarki ahlâkî ve hukukî gelişmesini şekillendirmede baş rolleri paylaşmışlar ve, gitgide, bu konularda kıstas (kriter) ve düşünce kalıbı (paradigma) statüsünü kazanmışlardır.
Gerek "Eşitlik", gerekse "Hoşgörü" islâmî kavramlar değildir. Bu sözcükler Kur'ân'da da ve, tesbit edebildiğim kadarıyla, Hadîsler'de de yoktur. İslâm ahlâkı "Eşitlik" ve "Hoşgörü" üzerine değil Adâlet, İhsân Merhamet, Sabır ve Af üzerine inşâ' edilmiştir.
Eşitlik kavramının, teorik olarak, hukukun temeline konulmasının pratikte yol açtığı büyük mantıkî çelişkiler de, hukukçuların bu çelişkileri izâle edebilmek için yapmağa mecbur kaldıkları çelişkili cambazlıklar da hazîndir. Hoşgörü ise, aslında, "olumsuz bir durum karşısında olumsuz bir tepki göstermeme hâli"ne işâret eden pasif bir davranış biçimidir. Hâlbuki İslâm müslümanların dinleriyle, inançlarıyla, ahlâklarıyla ve toplumsal hayatlarıyla ilgili olarak karşılaşacakları olumsuz durumlar karşısında muhakkak dinamik bir tepki göstererek cihâd etmelerini ve olumsuzlukları da, güçleri yettiğince, ortadan kaldırmalarını emreder.
Hoşgörü için eğer Meydan Larousse'daki: "Savundukları görüşler ve açığa vurdukları duygular bizimkilerle çelişen kimseleri sabırla karşılama" tanımı temel alınırsa, sabır zâten gerek Kur'ân'da gerekse Sünnet'de ifâdesini bulan ve müslümanlara bir vecîbe olarak yüklenen bir sorumluluk ve islâmî bir fazîlet'dir.
Ayrıca Batı'nın "dinî hoşgörü"sü ise, Kur'ân'da "Dinde zorlama yoktur" (II/256) beyânıyla ifâde edilmiş olan İlâhî Hüküm ve Emr'i, bu emrin vahy edilmesinden yüzyıllar sonra, ilâhî yoldan değil de çekilen bir sürü ızdırâb ve çilenin sonucu olarak beşerin yeniden keşfetmesinden başka bir şey değildir.
Her optik filtrenin, ardındaki fizikî realiteyi tâdil ve tağyir ederek bize yansıttığı bilinen bir gerçektir. Bununla beraber filtrenin sağladığı görüntü ile realite arasında, filtreye rağmen, gene de değişmeyen, invaryant kalan, bir takım unsurlar bulunur.
İşte bu bağlamda, Batı Kültürüne has "Eşitlik" ve "Hoşgörü" filtrelerinin ardından İslâm Ahlâkı'nın ve İslâm'ın toplumsal hayat düzeninin nasıl göründüğüne bakmak, bu kavramların bütün tekdüzeliğine ve tek-boyutluluğuna rağmen, yalnızca bu kültürle yetişmiş kimseler için ilgi çekici olabilirdi.
İlim ahlâkına sâhib şarkiyâtçılar ise kendilerini İslâm'a kritik bir yaklaşma stratejisinin çoraklığından 1940'lardanberi kurtarmış bulunmaktadırlar. 1940'lardan sonra zuhur eden yeni şarkiyât ekolü yalnızca İslâm'ı değil fakat her türden inanç sistemini fenomenolojik bir yaklaşımla (yâni önyargısız bir biçimde, içten yâni bu sisteme yabancılaşmadan) kavramayı fazîlet ve ilim ahlâkının yeni normu hâline getirmiş bulunmaktadır.
Şuna da dikkati çekelim ki mâhiyeti ve kuralları Kur'ân'a ve Sünnet'e göre belirlenmiş olan İslâm Ahlâkı'nı ve İslâm'ın toplumsal hayat düzenini "Eşitlik" ve "Hoşgörü" kavramlarını temel olarak yeniden şekillendirmeğe tevessül etmek ya da bunun gerekliliğini savunmak İslâm'a tümüyle aykırıdır. İdrâk ve vicdan sâhibleri, İslâm'ı eksik ve çağ dışı addeden ve, bu vehmî motivasyonla da, tâdil ve tağyir etmeyi amaçlayan bu türden sinsi bir modernist ve reformist strateji tezgâhı'nı berrâk bir biçimde teşhis ve ilân etmek cesâretini göstermelidirler.