Mustafa Kemal Paşanın Şapka inkılabı ve Şapka giymenin fikhî hükmü
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı M.K. Atatürk, Cumhuriyetin 1923 yılında ilanından sonra, bir takım reform hareketlerine girişti ve herkesçe bilinen inkılapları aşamalı olarak gerçekleştirmeye başladı. Bu cümleden olarak Osmanlı döneminin simgelerini ortadan kaldırmaya ve dinî kaynaklı giyim farklılıklarının yurttaşlar arasında ayırım yaratmasını önlemeye yönelik adımlar attı. Giyim konusundaki bu yeniliklerin başında şapka geliyordu. Çünkü Atatürk'e göre şapka batılı ve modern olmanın simgesiydi, uygar kıyafetin ayrılmaz bir parçasıydı. Bunun dışında kalan (fes, sarık, külah vb.) başlıklar, Türk ulusunun kıyafeti olamazdı. Nitekim 24 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu'ya yaptığı bir gezide, elinde Panama şapkası biçiminde geniş kenarlı beyaz bir şapka olduğu halde halka şöyle seslendığını görüyoruz:
"Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz, ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!
Arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, korkmayınız! Bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve önemli bir sonuca götürüyor. Isterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur..." (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, Istanbul 1981, X, 67).
M.K. Atatürk, bu konuşmasında, inkılâbından asla tavız vermeyeceğini ifade etmesine rağmen, şapka giyilmesi hususunda kesin bir emir vermemiştir. Ancak kadın-erkek herkesin giymesini içtenlikle arzu ettiğini bildirmiştir. Akşamleyin Ankara'ya döndüğünde, kendisini karşılamaya gelenlerin tamamının şapkalı olduğunu görmüştür (Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).
Bundan bir kaç gün sonra toplanan (2 Eylül 1341/1925) bakanlar kurulu, devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getiren 2413 no'lu kararnameyi çıkarır. Ardından da 15 Kasım 1925 tarihinde Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları Meclise şapka giyilmesi ile ilgili kanun teklifini verirler. Bursa milletvekili Nureddin Paşa bu kanunun Teşkılatı Esasıye Kanununa (Anayasa) aykırı olduğunu ileri sürerek geri alınmasını ister. Ancak çoğunluğun lehte oy kullanması sonucu 671 sayılı "Şapka Iktisası Hakkında Kanun" 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilir ve 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanun şu üç maddeden oluşmaktadır:
1- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel yönetim görevlileri, her türlü kuruluşta görevli memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet meneder.
2- Iş bu kanun, yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.
3- Iş bu kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yürütme Kurulu üyeleri tarafından yürütülür (Bak. Bekir Sıtkı Yalçın - Ismet Gönülal, Atatürk Inkılabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, 99 vd.).
Şapka Kanunu ülkede önemli bir direnişle karşılaştı. Yasa T.B.M .M .'nde kabul edildiği gün Erzurum'da protesto gösterileri oldu. Bunun üzerine bu ilde sıkıyönetim ilan edildi ve gösteriye katılanlar Sıkıyönetim Mahkemesine verildi. Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane'de yasayı protestoya yönelik eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemlere katıldığı ileri sürülen birçok kişi Istiklal Mahkemelerinde yargılandı; bunların bazıları ölüm, bazıları da ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan biri de Iskilipli Atıf Hoca'dır. Aslında Atıf Hoca, protesto eylemlerine bizzat katılmamış, fakat adı geçen kanunun yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce (1340/1924) yazıp neşrettiği "Frenk Mukallitligi ve Şapka" adlı risalesinden dolayı Ankara Istiklal Mahkemesince suçlu bulunarak idama mahkum edilmiş ve 4 Şubat 1926 tarihinde hüküm infaz edilmiştir (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, IXX, Çile Yayınevi, Istanbul).
1939'da Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddeşiyle şapkadan başka başlık giymeyi alışkanlık haline getirmenin cezası üç aya kadar hapis olarak belirlendi. 1961 ve 1982 Anayasaları, öbür devrim yasaları gibi 671 sayılı yaşanın Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini hükme bağlamıştır (Ana Britannica, XX, 237).
Şapka giymenin fikhî hükmü:
Hiç şüphe yok ki, şapka bizatihi haram değildir. Zaten hiç bir Islâm âlimi, onun bizatihi haram olduğunu iddia etmemiştir. Ancak küfür alameti olarak kabul edildiği ve hakikaten gayr-i müslimlerin dînî kıyafeti olduğu dönemlerde, hemen hemen tüm Islâm âlimleri tarafından giyilmesine karşı çıkılmış, onu giyenler, niyetlerine göre kâfir ya da günahkâr kabul edilmişlerdir.
Biliyoruz ki, Islâm dininde bir şeyin kesin olarak haram sayılabilmesi, dolayısıyla onu işlemenin günah ya da küfür kabul edilebilmesi için hakkında açık bir nas olması gerekir. Aksi halde -peygamberler dahil- hiç bir kimse keyfî olarak, Allah'ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl sayamaz. Ancak, hakkında kesin ve açık bir nas olmayan hususlarda Islâm âlimlerinin ictihad yoluyla bir kanaate varmaları mümkündür.
Bu noktadan hareketle Kur'ân-ı Kerîm'i incelediğimizde, ne şapka ne de başka bir kıyafetle ilgili herhangi bir hüküm göremeyiz. Lâkin Cenab-ı Allah'ın, mü'minleri sürekli olarak inanç ve davranış bakımından kâfirlere benzemekten sakındırdiğini görebiliriz .
O halde Islâm âlimlerinin şapka hakkındaki olumsuz kanaatlerinin dayanağı nedir? Islâm din bilginlerini bu kanaata sevkeden sebep, Peygamber (s.a.s)'in, sürekli olarak müslümanları gayr-i müslimlere benzemekten sakındırması ve bu konuda hassasiyet göstermesidir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s): Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir" (Ahmed b. Hanbel 11, 50; Ebu Davud, Libas, 4) ve "Bizden başkasına benzemeye özenen bizden değildir" (Tirmizî, Isti'zân, 7) buyurmakla, şeklen dahi olsa, bir müslümanın kâfirlere benzemesine karşı olduğunu göstermiştir. Rasûlüllah (s.a.s)'in, şeklen dahi olsa, müslümanların gayr-i müslimlere benzemeye özenmelerine karşı oluşu haklı bir nedene dayanıyordu. O da, gayr-i müslimlere benzemeye özenen müslümanların, zamanla dejenere olarak Islâm'dan uzaklaşmaları ya da ondan tamamen kopmaları endişesiydi. Zira Allah Resûlü; "Kişi inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlar" gerçeğini çok iyi biliyordu.
Şunu hemen belirtelim ki, hadisin metninde geçen "teşebbüh" kelimesi, yukarda görüldüğü gibi, tesâdüfi bir benzemeyi değil, benzemeye çalışmayı yani bir kimsenin benzemek istediği kişileri bilerek ve isteyerek taklıd etmeye çalışmasını ifade etmektedir. Yoksa bir gayr-i müslim, Islâma girmek gibi bir niyeti olmaksızın, müslümanlara mahsus bir alâmeti taşımakla, müslüman sayılamıyacağı gibi; "gayr-i müslimlere benzeme kasdı olmaksızın, soğuk vb. sebeplerle onlara mahsus alâmetleri giyen bir müslüman da kâfir sayılmaz" (Fetevâ-yı Hindiye, II, 276, Bulak 1310 h.). Hele hele kâfirlerin şiârı olmayan bir takım kıyafet ve davranışlarda gayr-i müslimlere benzeyen kimse asla tekfir edilemez (Ali el-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, II, 522, Istanbul 1309 h.).
Ancak "Mecûsilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını ve zimmîlerin küfrün şiârından olan kalensövelerini, onlara benzemek kasdıyla giymek ya da hristiyan ve mecûsilere ait olan zünnarı kuşanmak küfür sayılmıştır" (Şeyhzâde, Hâşiyetü Şeyhzâde alâ Tefsîr el-Kâdî el-Beydâvî, I, 108, Matbaatü's-Sultâniyye, Dâr'ül-Hilâfe, 1282 h.; Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber, 167. Mısır, 1323 h.; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı, Istanbul 1983, 118).
Islâm dininde niyetler çok önemlidir. Hattâ amellerden de önce gelir ve ameller onlara göre değer kazanır. Bunun içindir ki Islâm âlimleri; "Küfre niyet eden kimse o andan itibaren kâfirdir" diyorlar. Böyle bir kimse, dış görünüşü itibariyle müslümanlara benzese de kâfirdir. Kaldı ki, Allah'a, O'nun Resûlüne ve sair dinî zaruretlere iman ve itikadı olmadığı için, seve seve kâfirlerin kendilerine mahsus alâmet ve şiârlarını giyinmiş ve kabul etmiş olursa, artık bu kimsenin küfründe şüphe etmek bile caiz değildir.
Büyük fakihlerin ekserisi "Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalensöve yani şapkayı bir zaruret olmadan kendi arzusu ile giymek küfürdür. Zira bu alamet-i küfürdür. Onun için bunu, ancak mecûsilik, hıristiyanlık, yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini seçenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zâhir alâmetlerle bâtınî işlere istidlâl ve onun üzerine hükm etmek aklen ve şer'an makbul ve mu'teber bir yoldur" diyorlar.
Fukahâdan bazıları ise; "Mecûsi, hıristiyan ve sair kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet âdeti olan kalensöve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman, onlara benzemiş ve onları taklıd etmiş olduğu için günahkâr olursa da kâfir olmaz" diyorlar (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, Istanbul 1975, 21).
Hakkonun anıları
alıntıdır