Biraz da Sanat: Adalılar

Biraz da Sanat: Adalılar

——

Televizyonla yıldızım hiç barışmadı dersem yalan olmaz.

Ancak TV 8 açıldığı o ilk dönemlerde kalitesiyle dikkatimi çekmişti. Özellikle sanatsal ağırlıkta bir kadraj, renk düzeni ve makyaj anlayışı olmasıyla doğrudan vizyon olarak “diğerleri”nden benim gözümde ayrılıyordu. Sanatsal programların ağırlıkta olması da cabası…

Dolayısıyla dinlenmek için kendimi boş boş bir koltuğa attığım zaman TV 8 açıp “bakalım şimdi ne varmış” dediğim olurdu.

Yine böyle bir gün; yine güzel bir söyleşiye denk geldim. Konu “Adalı Olmak” gibi bir şeydi ve haliyle Adalıları anlatıyordu. Yaşlı başlı, eskiden beri Büyük Ada‘da yaşayan insanlar orada geçirdiği günleri anlatıyordu. Ancak onlara çok doğal gelen bazı ayrıntılar vardı ki… Benim “Hayatı bir sanat dalı gibi ele almak” fikrimin en belirgin başlıklarından birini gayet doğal anlatıyordu bu yaşlı insanlar.

Ama daha da ilginç olanı, benim ideal dediğim o yaşam biçimi, Adalılarda meğerse doğal bir yaşam biçimiymiş. Gerçekmiş yani!

Amcamız anlatıyor, diyor ki; “Kimimiz nalbur, kimimiz boyacı, kimimiz bakkaldık. Kimimiz manav kimimiz kasaptık. Hepimiz birbirimizi tanıyorduk. Akşam beşe kadar çalışıp evlerimize dağılıyorduk. Sonra da akşam eğlencelerimiz başlıyordu. Hepimiz önlüğünü çıkarınca birer Adalı olarak yaşamımızın eğlenceli tarafına devam ederdik.”

Ayrıntı şurada: Bizim bugünkü milletimiz bir boyacı önlüğünü giydi mi, sittin sene onu üzerinden çıkarmaz. Daha da kötüsü o önlük ruhuna da yapışır!

Yani bir boyacı olan kişi ölene kadar boya yapmak üzere hazır ve nazır bir ruhla yaşar gider. İşim bitti, burada bir yaşam var; biraz da insani tarafımla ilgileneyim demez kimse…

Bugün kasapları uzaktan hepimiz tanırız, boyacıları tanıdığımız gibi bankacıları da tanırız. Bunlar belli bir kalıba girer ve o kalıpla yaşar giderler. Olsun ki o önlüğü üzerinden veya ruhundan almaya çalışırsanız eminim ki deliriverirler.

Adalı olanlar ise işi işte, hayatı yaşamın içinde yaşamayı ayırt edebilmiş insanlardır. Bu yüzden bizden farklıdırlar. Bu yüzden İstanbulu ve Ada haricindeki yerleri sevmezler.

Biz de alık alık onlara bakar durur, haftasonu Adaya çay içmeye gidince bile bir hoş olur geliriz.

Oysa ki Ada’da farklı olan ne çaydır, ne deniz, ne de gökyüzü… Ada’da farklı olan yazlıklar da değildir.

Ada’da gerçekten farklı olan tek şey; kendini tanımak, bilmek ve sevmektir.

Görüşmek üzere,


Biraz da Sanat: Yaşamak

———-

YAŞAMAK
Biliyorum, kolay değil yaşamak, 
Gönül verip türkü söylemek yâr üstüne; 
Yıldız ışığında dolaşıp geceleri, 
Gündüzleri gün ışığında ısınmak; 
Şöyle bir fırsat bulup yarım gün, 
Yan gelebilmek Çamlıca Tepesine... 
-Bin türlü mavi akar Boğaz'dan- 
Her şeyi unutabilmek maviler içinde. 

Biliyorum, kolay değil yaşamak; 
Ama işte 
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak, 
Birinin saati işliyor kolunda. 
Yaşamak kolay değil ya kardeşler, 
Ölmek de değil; 

Kolay değil bu dünyadan ayrılmak. 

Orhan VELİ 


Bir şair olsaydı bu hayatta, yaşamak adlı bir şiir de eksik olurdu hayatımızda.
Ama bir şair eksik olsaydı gerçekten, söylenecek sözlerimiz boğazımızda dizili dururdu aslında...

Daha da ötesi ne konuşacağımızı bilememezliğimiz değil, nasıl yaşayacağımızı bilememezlik olurdu.
Duymayı bilememek olurdu.
Gülmeyi çözememek olurdu...
Göz, yıldız ışığını gün ışığından ayırt edemez olurdu...
Seslenişin kuru gürültü haliyle hayatımızı çirkinleştirdiği bir dünya olurdu...

"Kolay değil yaşamak..."
Mevzu ölmek de değil aslında...

Mevzu yaşamı bir sanat eseri gibi ele alabilmek...
Öylesine aşık eserine, öylesine çıkarsız inandığına...

Öylesine derinden bağlı, öylesine tutkulu...

Ama hepsinden önemlisi hem kendiyle dopdolu, hem başkaları da onunla dopdolu...

Sonuçta hep birlikte koca bir hayatın güzel unsurları...

Görüşmek üzere,

Biraz da Sanat: AtaTürk, 19 Mayıs ve Sanatçı Beyin

——————-

Bir toplumun önde gelenleri eğer seviye olarak geriyse, o toplumdan medeniyet beklemek bir hayaldir.

Şayet birileri yine “ama paramız çok var” diye savunmaya geçecekse, herhalde Araplarda olduğu kadar paralarının olmadığını da biliyorlardır. Fakat Araplarda medeniyet var mı?

Yok.

Neden?

Çünkü onların liderleri yok.

Çünkü onlara liderlik yapan kişiler tüm insanlık meziyetlerinden uzak.

Çünkü onlara liderlik yapanlar da paraya kendilerini odaklamış durumdalar.

Paradan başka bir şey aklına getiremeyen liderin halkı da gözle görülür bir perişanlık yaşar.

Bize de yavaş yavaş bu modeli absorb etmeye çalışanların unutmamaları gereken önemli bir kaç tane konu var.

Birincisi Atatürk. Anlat anlat bitmez…

İkincisi 19 Mayıs. Yani gençliğimiz.

Üçüncüsü sanat. Fakat halkın bağrından çıkan sanatçıların dilinden, elinden, yüreğinden dökülen sanat.

Şöyle ki Avrupalarda çocuk yaşta eğitim alan sanatçıların kartvizitleri kadar yüreklerinin vatanla dolu olmadığı bugünlerde net bir biçimde anlaşılmıştır.

Araplar gibi para ve kariyere önem verdikleri kadar, onları Avrupalarda okutan devletlerine karşı ihanet içinde oldukları net bir şekilde anlaşılmıştır.

Devletlerine karşı bu duyarsızlıklarının sanatçı kimlikle uyuşmadığının bir öneminin olup olmadığı üzerinde durmadıkları net bir biçimde anlaşılmıştır.

Yüreğinde millet ve devlet kavramı olmayan sanatçıların, en basit sosyal grup olan “aile”nin de ne demek olduğunu idrak edemedikleri net bir biçimde anlaşılmıştır.

Ailesi olmayan ne ise milleti olmayanın aynı, evi olmayan neyse devleti olmayanın da aynı olduğunu idrak etme yeteneğinden mahrum oldukları net bir biçimde anlaşılmıştır.

Bülent Ersoy, Orhan Gencebay, Serdar Ortaç, Tuluyhan Uğurlu, Hülya Koçyiğit, Kadir İnanır ile başlayan isimler uzadıkça uzayıp gidiyor bugünlerde.

İdrak edemedikleri devleti,  başkalarına ikram etmeyi çok çabuk idrak eden bu zihindeki kişileri bir sanatçı olarak esefle kınıyor, değerli Fazıl Say, Ferdi Tayfur, Cüneyt Arkın ve diğer memleket gönüldaşlarını ayakta alkışlıyorum.

Yaşasın Türk Milleti!

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

Yaşasın Türk Devleti Milli Bayramları!

Yaşasın Atatürk!

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı!

Görüşmek dileğiyle,


Biraz da Sanat: SanatSA

———

Eskiden bir Sakıp Sabancı vardı. Kurduğu her kurumun ardına da Sa takardı…

Kimi zaman dalga geçerdi kimi zaman yüzünde gülücüklerle bir şeyler paylaşırdı. Her ne kadar bu gülen yüzün altında istediğim samimiyeti göremediysem de bir gün dikkatimi çeken bir konuşma yaptı. Aslında öylesine bir konuydu ama sonra (daldan dala atlamayı pek severdi rahmetli) sanattan bahsetmeye başladı.

Kurulduğu yıllarda adı Akbank Sanat olan sonra bir dönem AkSanat olarak yaşamını sürdüren şimdilerde yine Akbank Sanat olarak gününü geçiren bir kurumun kuruluş sebebini anlattı.

Çok çarpıcı ve önemli bir konuşmaydı. Ne yazık ki bu konuşma bir magazin programında, gırgır şamata arasında geçti…

Konunun gelişmesi şöyle:

Yıllar yıllar öncesinde sanırım yetmişlerin  sonu, seksenlerin başı; Sakıp Sabancı’nın epeyce palazlandığı yıllar yani; Rusya ile bir bağlantı kurmaya çalışıyor rahmetli. Fakat ciddi anlamda çaba sarfediyor. Uğraş uğraş çabala derken bir kaç yılı aşan bir süre ve takip sonrasında Sakıp Sabancı, Rusya ile üst düzey bir görüşme olanağını sağlıyor.

Arada onca diplomat; diğer tabirle onca torpil, onca hamili kart yakîni…

Velhasılı Sakıp Sabancı Rusya’ya gidiyor. Görüşmeler başlıyor; masabaşı görüşmelerin yanısıra kokteyli görüşmelerinde de sıcak ilişkileri güçlendirme çabaları da başlıyor. İşte olan, orda oluyor.

Sakıp Sabancı, ulaşmakta çok zorlandığı diplomatlardan biriyle sohbet ederken başka bir diplomat yanında bir sanatçıyla geliyor. Rus diplomatla tanıştırıyor sanatçıyı. Onlar sohbet etmeye başlıyor ve Sabancı da onların sohbetini dinliyor. Bir de ne görsün; sanat, başlı başına bir dünya imiş… Dahası diplomatlar meğerse sanata pek bir değer verir imiş… Dahası sanatsal faaliyetlerle çok da ilgililermiş…

Bu kadar mı?

Hayır!

İşin püf noktası geliyor!

Sakıp Sabancı, biraz sonra duyduklarına inanmakta zorlanıyor. Çünkü sanatçı, sanatsal bir takım aktivitelerden bahsederken Rus diplomata şunu söylüyor:

“Dilerseniz, etkinliklerimiz arasına Rusya‘yı da katabiliriz.”

Rus diplomat sevinçle karşılıyor bu durumu ve ekliyor:

“Ne zaman isterseniz! Kapılarımız size her zaman açıktır!”

İşte Sakıp Sabancı, orada göreceğini görüp anlayacağını anlıyor.

Bundan sonraki ifadeleri aynen Sabancı’nın sözleriyle size aktarayım:

“Dedim ki; şu sanat dedikleri şeye de bah gardaşım! Biz o gaddaaa uğraştıh, çalıştıh, çabaladıh bir görüşme için yırtındıh yırtındıh! Ennn sonunda başardıh! Ama bir bahtıh ki; sanatçının teki ayah üstü Rusya’nın gapılarını açıverdi! Sanatın, diplomasiden de ticaretten de işadamından da önde gittiğini orda gördüm. Sanatın bize gatacağı değeri orda gördüm. Türkiye’ye döner dönmez de gardaşım, bir sanat grubuuu çalışmasıııı başlattımmm! Artıh sanatımız da var, çoh şükür gapılarımız da açıh!”

Sabancı, bir zeka adamıdır. Doğru. Fırsatları değerlendirebilmesinin sırrı “şu sanat dedikleri şeye de bah gardaşım” sözünün arkasında gizli.

Bugün, Akbank Sanat olarak yaşamını sürdüren kurum, Sabancı’nın duygularını ve düşüncelerini yeteri kadar yaşatabiliyor mu; bilmiyorum. Ancak sanatın ne işe yaradığını bir türlü anlayamayan diplomatların, sanatı yok etmeye meraklı girişimlerin bizi nereye götüreceğini gerçekten merak ediyorum.

Rahmetler olsun Sakıp Sabancı; seni hiç sevmezdim. Ancak sanatın değerini ülkemde, tesadüfen de olsa, anlayan nadir insanlardan biriydin…

Selam ve hürmetlerle,


Biraz da Sanat: Kuşlar Gibi Özgür Olmak

———-

Pedagoglar gösteriyor ki yaklaşık  iki yaşımız itibariyle özgürlüğümüze düşkün olmaya başlıyoruz. Hatta üç yaşındayken bu düşkünlük on sekiz yaşla kıyaslandığında çok daha baskın geliyormuş.

On sekiz yaşında insanın üç yaşına göre edindiğini bilgi elbette çok daha fazla. Bu sebeple üç yaşın özgürlükçü davranışlarının ağır basması bana normal geliyor.

Çünkü tam da o yaşlarda bir kızım var. Bir de on sekiz yaşı geçirmiş olan bir bünyem…

On sekizimde ne kadar haklarım ve özgürlüğüm konusunda titiz davrandıysam da bakıyorum ki kızım benim on sekiz yaşımdan çok daha cesur ve çok daha dikkatli…

“Ben” diyor, gerisi onu hiç ilgilendirmiyor.

Bu durum bana bir kimliği anımsatıyor. Bu denli kendine güven, bu denli kendine göre düşünme biçimi; “ben-ci-llik” diye adlandırılsa da aslında kendini başkalarına beğendirme kaygısının olmayışı olarak baktığımızda farklı bir tablo çıkıyor karşımıza.

Bencil insan ile kendine güvenen insan arasındaki ince çizgi, yine şu meşhur VELİ – DELİ örneğini anımsatıyor.

Aradaki fark nedir?

Bencil insan, çıkarlarını gözetirken başkalarına verdiği zararı düşünmez. Bu zararı görse de görmezlikten gelir.

Kendine güvenen insan ise özgürlük düşkünü biridir ve kendine zarar verilmesini istemediği gibi başkalarına da zarar vermemeye dikkat eder.

İnce çizgi bu.

Bencil insanların sonu diktatörlükte biter ki halk arasındaki kendi çapında diktatörler “zalim” diye tanımlanmıştır. Kendine güvenen insanlar için ne yazık ki halkımız özel bir sıfatlama bulmamış…

Cesur, delikanlı, mert gibi kelimeler aslında kendine güvenen kişinin niteliklerini tam olarak karşılamaz.

Kendine güvenen insanın cesur olduğu yerler vardır ancak çoğunlukla sabırlıdır.

Delikanlı olduğu yerler vardır ancak çoğunlukla sakindir.

Mert olduğu yerler hep vardır ancak çoğunlukla açıksözlüdür. Yani dürüsttür. İnsanlar arasında fitne çıkaran boş laf konuşan bir kişi değildir.

Bencil kişi ise çıkarları uğruna insanları birbirine düşürmeyi pek sever. İki kişinin iyi geçiniyor olması bencil kişiye batar. İster ki herkes birbirini yesin ve o istediği gibi sırıtsın alttan alttan. İstediği gibi atını sürsün ovalara, yaylalara…

Ancak bu mutluluk, bencil insan için helal midir?

Değildir.

Çünkü onun o gülüşünde yüzlerce, binlerce insanın gözyaşı kan gibi akmıştır onun ekmeğine…

Bencil insanların çocukları da bu haram lokmadan payını alır ne yazık ki…

Ve işte soy dedikleri bu yüzden önemlidir.

Haram lokma, bir insanı değil bir soyu sopu bile lanetlemeye yeterlidir.

Bir ulusu, bir dünyayı… Mahvetmeye başlı başına yeterlidir.

Özgürlük bağımlısı insanların bencil kişiler tarafından sevilmiyor olması da helal – haram arasındaki ezeli kavgayla doğrudan ilintilidir.

Elbette ki bu söylediklerime bağlı olarak teröristlerin bir özgürlük savaşçısı olmadığı anlaşılmıştır.

Yandaşları da…

Arkalarındaki de…

Önündeki de…

Yedikleri haram lokmanın hesabını hayata ödeyeceklerdir.

Çünkü hayat, sanat anlayışı gelişmiş bir mekanizmadır.

Ve sanat, denge üzerine kurulu ince bir yaşam biçimidir.

Görüşmek dileğiyle


Haberdar ol

Yeni yazilardan haberdar olmak icin email adresinizi girin

YAZI ARŞİVİ

Son Yorumlar