Author Archives: ashina

Yusuf’un Hikayesi

Yusuf’un Hikayesi / ÖNSÖZ

“Sende Yusuf’un hikâyesi yazılıdır!”
GİRİŞ

Uyandım….
Ne korkunç bir duyguydu o! Ne sarsıcı bir beyanat…
Bu arada Yusuf kim?
GELİŞME 1 – Yusuf’un Hikayesi

Günlerdir süren rüya geçitlerim, beni bana düşüren yeni bir iç savaşın başlamasına sebep olmuştu.

Şu iç savaşlar…
Nedense hep böyle zamanlarda pis bir hastalığa yakalanmışım gibi hissederim. Tanımadığım birinden virüs kapmışım ve iğrenç bir hastalığa yakalanmışım da üzerimden nasıl atacağımı bilemiyormuşum gibi…

Son zamanlarda gördüğüm rüyalar, tam olarak böyle hissetmemi sağlıyordu. Virüs kapmıştım tanımadığım birinden ve o virüs bana neler yapıyordu neler…

Mesela….

Rüyalarımda tanımadığım insanlarla, bilmediğim mekânlarda dolaşıp duruyordum. Elbette rahatsız olduğum yer burası değildi. Beni asıl rahatsız eden yer, geleceğe dair kehanet gibi mesajların alt yazı olarak rüyalarımdan geçip durmasıydı. Ne büyük bir talihsizlik ki ben, okumayı beş yaşında kendi kendine sökmüş bir gerizekalıydım.

Gerizekalıydım, çünkü rüyalarımda gördüğüm ve henüz tanımadığım kişilerle ertesi gün tanışınca, hayretler içine düştüğümden, istemdışı olarak dudaklarımdan bazı kelimeler dökülüyordu. “Bu da ne böyle?”, “Aaaa dünkü adam…” gibi…

Bunun üzerinde sözlerime anlam veremediği için yüzüme şaşkın gözlerle bakanlara her ne kadar o an gülümseyerek cevap versem de yarım saat sonra kendimi attığım lavaboda salya sümük ağlayıp zırlamam neredeyse ilahi bir seramoni olmaya başlamak üzereydi…

Çok değil, birkaç ay önce başladı her şey…

Elbette ilk zamanlar rüya deyip geçtim. Kendimi kaptırmadım bu konuya. Sabah uyandığımda gördüğüm rüyanın bir saniye bile etkisinde kalmıyordum. Ne zaman ki rüyalarım bir bir gerçekleşmeye başladı… İşte ben, o gün bugün bir tür gerizekalı olduğumu düşünmeye başladım.

Veyahut da çıldırmış olmalıydım!

Durumu kendime daha nasıl anlatabilirdim, bilemiyordum. Üstelik çıldırmış olduğumu kabullenmeye bile başlamıştım.

Ta ki “Yusuf” adını duyuncaya kadar…
GELİŞME 2 – Yusuf’un Hikayesi

“Sende Yusuf’un hikâyesi yazılıdır!”

Bu cümle bir kâğıda yazılı olarak bana iletildi, elbette rüyamda! Yok, bir de gerçekten kağıt sallansaydı tepemden aşağı da ben de kendimi gidip akıl hastanesine kapattırsaydım! Daha da neler!

O kağıdı okuduktan sonra sabahın dördünde ellerime bakarak uyandım. Bir süre yatağımda oturup ellerime ve etrafıma öylece bakınmaya devam ettim.

Gerçekle rüyayı ayırt edemiyor olmanın verdiği huzursuzlukla, yavaşça doğrulup kalktım. Mutfağa gidip bir bardak su içtim. Gerçek dünyada olduğuma inanmak ister gibi, suyun vücudumda ilerleyişini büyük bir dikkatle dinledim. İşte midemde lıkır lıkır sallanıyordu H2O.

Şimdi ne yapmalıydım?

Bilgisayarımı açıp rüyalar hakkında bir araştırma yapmanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Karşıma çıkan sonuçlarla birlikte daha o anda gelişen memnuniyetsizliğim, boşa kürek çektiğimi fısıldıyordu bana.

Rüya denince ilk sayfaları dolduran isim Freud oldu ve ben bu adamı oldu bitti sevmemiştim. Yine de onun fikirlerine üstünkörü göz attıktan sonra diğer bilim adamlarının da ne dediğine baktım.

Ağız birliği etmiş gibi hepsi aynı fikri savunuyordu; “İnsan, yediklerinden de yaşadıkları kadar etkilenir. Bilinçaltında hesaplaşmaya giren beyin, rüyada bunun görsel şovunu yaşar. Elbette saçmalama özgürlüğünden de yararlanan beyin, kendince konuyu irdeler. Tabi görünen rüyayı kulak arkası etmek doğru değildir. Her rüya, insanın kendine ulaşmasını kolaylaştıracak bir tür kriptodur ve bu kriptonun çözülmesi gerekir.”

Bu durum bana uymuyordu. Çünkü benim tanımadığım bir insanı yemiş ve bir tür hazımsızlığa girmiş olma ihtimalim yoktu. Henüz görmediğim bir manzaranın da etkisi altında kalamazdım. Ancak kesin olarak doğru bir şey vardı:

“Bu rüyalar, bir tür kriptoydu!”

Daha da önemlisi çözülmesi gerekiyordu!
Hem de kesinlikle!
Ve acilen!

GELİŞME 3 – Yusuf’un Hikayesi
İçimdeki sıkıntı, terk edilmişlik duygusuyla eşdeğer sayılırdı.

Olsun ki bir yetimhanede anneni beklemek,
olsun ki bir parkta pirelerinle birlikte sahibini beklemek gibi bir terk edilmişlik…

Ne zaman sahip olduğumu bile hatırlamadığım huzur, şimdi benden çok daha uzakta bir yerdeydi ve sebebi kesin olarak tek kelimeydi : “Yusuf!”

Bilgisayarımı kapattım. Banyoya gidip bir duş aldım, uzun ve sıcak. Belki bir saat süren duştan çıkmak istemeyişim, o günlerde bana yapışan yeni bir alışkanlığın ilk izleriydi.

Yer yer ıslanmış bornozumla birlikte odama geçtiğimde güneş, çoktan doğmuştu. İşe gitme vakti yaklaşmış ama işe gitmek için en ufak bir istek kalmamıştı içimde. Oysaki ne emeklerle açmıştım ben o ofisi…

Görenleri kendine hayran bırakan ofisimin iç mimarisi, yaptığım işi kolaylaştırıyordu.

Bir iç mimarın ofisi bence bir “show room” olmalıdır. Bu yüzden ofisim tam olarak bir “show room”du.

Ne kadar eğlenceli bir işim vardı, ne kadar zevkli… Okulu da aynı hevesle bir çırpıda bitirmiştim. İşe başlayınca içimdeki hevesi bir gün bile azaltmadan gece gündüz çalışmış ve çıtası yüksek bir iç mimar olup çıkmıştım. Fakat… Bunların hepsi o gün, bana çok yabancı geliyordu.

Bir başkasıydı o didinip duran… Bir başkasıydı gece gündüz çalışan… Ve ben başka biriydim şimdi…

Karar verdim: “Bugün çalışmak yok!”

Beynimde tüm bunlarla uğraşırken kahvaltı yapma gayretim takdire şayandı.

Çayı ne zaman yaptım, yumurtayı ne zaman pişirdim, domatesi ne zaman doğradım bilmiyorum ama hiç de tarzım olmayan gösterişsiz bir sofrada karnımı doyurmaya çalışmak için gösterdiğim çaba, içimi burktu.

Hızla yerimden kalkıp bu depressif durumu lehime çevirmeye çalıştım ve kendimi dışarı attım.
GELİŞME 4 – Yusuf’un Hikayesi

Tam da Nisan ayına yakışır bir parlaklık vardı havada ve bu sebeple yürümeyi tercih ettim. “Yusuf”u arıyordum adım attığım yollarda… Bu bir çılgınlıktı!

Yo hayır, değildi belki ama aklı başında bir iş de değildi…

Aslına bakılırsa gerçek sorun şuydu: Ben, anlamsız bile olsa, kafama takılan bir problemi çözmeden rahat eden biri değildim. Fakat bu defa duyduğum rahatsızlık, benim için bile çok fazlaydı…

Sokağın girişinde çiçek saksıları arasından zor görünen börekçiye günaydın demekle yetinmedim o sabah. Bir masaya oturup çay ve kıymalı böreğimi getirmesini de söyledim. Kadın biraz şaşırdı ama itiraz da etmedi.

Ben ise sıcak böreklerimi beklerken üzerimdeki ceketin beni daha çok ısıtmasını sağlamak için biraz daha sarıldım kendime; kollarımı göğsümün üzerinden birbirine biraz daha sıkı bağladım.

Çayım ve böreğim gelmişti. Ellerimi kendimden çözebilseydim, kahvaltımla aramda sadece otuz saniye vardı. Ancak bir şeyler beni ellerimden, kollarımdan tutmuş ve bırakmıyor gibi bir durum söz konusuydu…
Kilitlenmiştim.

Tam da çay kaşığını alıp çayıma şeker atıp karıştırmak gibi bir planlama yapmıştım ki… “Hadi Yusuf! Geç kalıyorsun yine!” diye bir sesle darmadağın oldum!

Gözlerim şimşek hızıyla sesin geldiği yöne doğru çevrildi. Bir okulun servis arabası, bir apartman kapısının önünde durmuştu. Servisin hostesi, bir çocuğun telaş etmesini sağlayacak el kol hareketleri yapıyordu. Çocuk ise uykulu minik adımlarıyla ilerlemekte hiç acele etmiyordu.

Mutsuz bir çocuktu… O kadar mutsuzdu ki dudakları onu hemencecik ele veriyordu. Çünkü bu dudaklar, karşısına koca bir çikolata dağı konduğunda bile gülümseyebilecek türden değildi, o kadar ki sarkık duruyordu kaşık kadar suratında…

O kaşık kadar suratın içinde en çok göze çarpan bu mutsuzluk simgesi dudakları, kısık gözlerindeki sönük bakışları da destekliyordu. Sadece bunlar değildi aşina mutsuzluğu dile getiren şeyler; kafasındaki ince bere, gözlerinden birini kapatmıştı ve çocuk, zerre kadar ilgilenmiyordu bu bozuk görüntüyle. Anorakının bir cebini çekiştirip durması da yine aynı şeyin altını çiziyordu:
“Ben, mutsuzum!”

Annesi ise dünyanın en mutlu kadını sayılırdı. Oğlunu hostese teslim ederken “Kusura bakmayın, yine geç kaldık! Biliyorsunuz, Yusuf işte…” diyerek o büyülü sözleri ağzından çıkarmıştı.

“Yusuf işte!”
GELİŞME 5 – Yusuf’un Hikayesi

Bu söz, bir iğne gibi beynimin tam ortasına batıyor ve canımı biraz fazla yakıyordu.
“Yusuf işte!” diyordu kadın…

Benim aradığım şey, bu muydu?

Nereden bilebilirdim, belki bu çocuğun hikâyesi sandığımdan çok daha etkileyicidir. Belki de ilik kanseridir ve ailesinin maddi yardıma ihtiyacı vardır.

Yo, hayır! Bu olamaz, çünkü bu çocuk sadece mutsuz görünüyor. Üstelik eşek kadar sağlıklı olduğu da her halinden belli… Bu sadece mutsuz bir çocuk!

Yoksa… Yoksa! Mutsuzluğu ile ilgili bir konu mu var?

Hayır hayır! Yanılıyorum, bu çocuğun ne sağlık konusunda ne mutluluk konusunda yardıma filan ihtiyacı yok! Zaten rüyamda okuduğum cümlede “git birine yardım et” demiyordu!

Yusuf adında biriyle aynı hikâyeyi oynadığımızı söylüyordu…

Bir kehanet gibi, git onu bul ve kendi sonunu öğren der gibi…

Benim SONUM!
Yoksa!

Yoksa trajik bir son beni bekliyordu da evren bana mesaj mı yolluyordu? Yoksa bu çocuk gibi kanser mi olacaktım? Üstelik elimden tutacak sevgi dolu bir annem bile yoktu…

Ne saçmalıyordum ben! Bu çocuğun kanser olmadığını daha az önce anlamamış mıydım? Bu çocuk kanser değil ki?

Okul servisine binen çocuk ince beresinin diğer kısmını açıkta kalan diğer gözüne doğru çekti ve kış uykusuna hazırlanan yavru bir ayı gibi oturduğu koltuğa yerleşti.

Peki ben? Şimdi ne yapacaktım?

Tabi ki kendimi yemenin bir anlamı olmadığına karar verdim. Oturduğum masaya bir yirmilik koyup olay mahalline doğru hızla yürüdüm. Amacım elbette servise yetişmek değildi. Yusuf’un annesiyle konuşmak istiyordum…

Ne konuşacağımı bilmek, o an için büyük bir lüks sayılırdı aklıma. Zaten çoğu zaman bilmeden atardım kendimi bir bilinmeze… Yeni bir tanesi daha atımın nalının çivisini düşürmezdi…

Mutlu kadın, ağır ağır yola koyulan servisin arkasından el sallıyordu. Oğlunun onu hiç umursamadığını bildiği halde yapıyordu bunu. Bense hain bir planı uygulamak üzereydim.

İşler tam anlamıyla bir rastlantıymış gibi, kadının önünden geçerken sendeledim. Ayağı burkulmuş numarası yaptım ve şükür ki dikkatini çekebildim.

Neyse ki vicdan sahibi biriydi ve beni tutup iyi olup olmadığımı sordu bozuk bir Türkçeyle. Ondan sonrası ise benim için çocuk oyuncağıydı.

Çünkü….
Her iyi satışçı gibi bir kütüğü bile dillendirecek özel diyalog tüyolarına sahiptim.
GELİŞME 6 – Yusuf’un Hikayesi

Yusuf’un annesi değil ama meğerse dadısı olan o genç kadınla, Yusuf’un evindeki salonda kahvemi yudumlarken kendimi bir kez daha diyalog kurma konusunda tebrik ediyordum. Bir yandan da Yusuf’un hikâyesini nasıl öğreneceğimi düşünüyordum.

Bu mutlu Rus kadın, evde yatılı kalan bir bakıcıymış ve tıp mezunuymuş. Yusuf’un annesi ve babası, oturdukları semtin hakkını vermek için günlerinin çoğunu yurtdışında geçiriyormuş. Yusuf, sinirli bir çocukmuş ama neyse ki Natali, işinin ehliymiş. Çocuk doktorluğu kadar iyi bir çocuk bakıcısı olmuş kısa bir sürede.

Peki, beni de ilgilendiren şu Yusuf’un hikâyesine, bir bakıcı aracılığıyla nasıl ulaşacaktım?

Ayağıma bir iki çeşit krem sürüp masaj yapan Natali, şanslı olduğumu anlatıyordu bana. Söylediğine göre ayağım oldukça iyi durumdaymış.

Ah Natali!
Gerçekten de sen çok iyi bir doktorsun!

Kendimden utanmaya başlıyordum.

Ayağı burkulmuş numarası yapmış, sonra kadını resmen kafaya almış, yaşadığı yere kadar sokulmuş, kendime kahve ısmarlatmış ve bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de ayağıma krem sürülüp masaj yapılmasını seyreder olmuştum. Bir de hikâye öğrenmek gibi art bir niyetim vardı… Bu ne yüzsüzlük!

Ben, ne biçim bir şeye dönüşüyordum?

Derhal kendimi toparlamaya karar verdim. Burada benim bir işim yoktu. Bu yüzsüzlüğe de gerek yoktu! Bu, gayet açıktı.

Natali’ye ne zaman isterse Yusuf’u alıp bana gelebileceğini, onları sıkılmaktan kurtaracak kadar eğlence bildiğimi, en azından neşelenmeleri için geziye çıkarabileceğimi uygun sözcüklerle anlattım.

Mutlu kadın, kartımı alırken bana teşekkür etti. Gözlerinde hafif bir kuşku vardı. Yusuf’la konuşacağını ancak bir yandan da bunun ne kadar doğru bir davranış olup olmadığını düşüneceğini de söyledi.

En azından dürüst biriydi…

Sanırım örnek almam gereken bir davranış söz konusu…
GELİŞME 7 – Yusuf’un Hikayesi

Yenilgiye uğramış biri gibi…
Tam da biraz önce Yusuf’un bu evden çıkışı gibi, çıktım ben de…

İstediğim olmamıştı… Demek ki bu ev, bir çocuğu da bir yetişkini de dumura uğratıyordu. Natali hariç…

Apartmanın kapısından çıkarken nereye gideceğimi kestirmeye çalışıyordum. Eve mi, sabah gitmemeye karar verdiğim işe mi, yarım bıraktığım kahvaltıya mı?

Gözlerim börekçideki masama kaydı ister istemez. Kahvaltımın yerinde yeller esiyordu. Titiz börekçinin daha da titiz garsonu, ince bir bezle tüm masaları ince ince siliyordu.

Ellerimi ceplerime sokup yürümeye başladım. Sahil havası iyi gelebilirdi; içinden çıkılmaz bu saçma sapan çaresizliğimi denize dökebilir ve tüm bunlardan kurtulabilirdim.

Bu umut, içimde bir heves uyandırmıştı, belki de bu yüzden adımlarım hızlanmaya başlamıştı ve daha hızlı ve daha hızlı derken… Sahile ulaşabildim.

İşte!
Deniz karşımdaydı…

İşte, içimdeki buhran da tam olarak şuramdaydı; bir yumruk kadar, düğüm olmuş bir biçimde göğsümün tam ortasında duruyordu. Haydi bakalım bayan çok bilmiş! Al onu ve denize at!

Yemezler!

Çözemediğim bir problem geçmemişti elimden. Bunu da çözmek, boynumun borcuydu. Yeldeğirmenlerine karşı bir savaştı belki bu ama ben, deli olmadığımdan gayet emindim.

Renkli bir dünyamın olması beni ne deli yapardı, ne de bir hayalperest…

Bütün bunlar zihnimde bir sise dönüşmüştü. Zihnim, kesinlikle açık değildi. Böyle zamanlarda karar vermekten genelde kaçınır ve kendimi dinlenebileceğim bir yere atardım.

Sahil, bu yerlerin başında geliyordu.
GELİŞME 8 – Yusuf’un Hikayesi

Sahil kenarında gözüme, yalnız bir bank ilişti. Uzun zamandır onunla kimse ilgilenmiyor gibi geldi bana.

Nedenini hiç bilmem ama oldu bitti kimsenin ilgilenmediği şeylere gözüm kayar. Bu, hep böyle olmuştur, dedim ya sebebini bilmiyorum.
Gidip bu yalnız bankın boynu büküklüğünü giderdim. Ellerimle, buz gibi tahtalarına dokundum. Bir bıçakla yaralanıp uygunsuz sözlerin yazıldığı yerlerini okşadım.

Yaralar…
Beni hep hüzünlendirmiştir.

Bankta sırtımı yasladığım sert arkalık, belime sarılmış hoyrat bir el gibiydi. Sahi, en son kim sarılmıştı bana?

Telefonum çaldı. İşe gitmezsem olacağı buydu. Üşenerek ve üşengeçliğim bana birini hatırlatarak, cebimdeki telefonu elime aldım. Kayıtlı bir numara değildi ancak bunda şaşılacak bir yan yoktu. Çünkü kayıtlı olmayan numara genelde yeni müşteri demekti. Açtım.

Karşımda bozuk bir Türkçe ile konuşmaya çalışan telaşlı bir kadın vardı. Ne dediğini anlamıyordum. Sadece “Ben Natali! Lütfen!” dediğini anlayabildim.

Natali mi?

“Natali, biraz yavaş söyle ne söyleyeceksen, seni anlamıyorum.” diyebildim ve işe yaramıştı. Telaşlı Natali sakin değildi ama en azından konuşmasını biraz yavaşlatabilmişti.

“Sayın Züleyha! Ben Natali! Bu sabah tanıştık. Şoföre ulaşamıyorum, Yusuf! Aman Allah’ım Yusuf!”

Gerçekten de aman Allah’ım! Böbreklerim ağzımdan fırlamak üzereydi, Yusuf mu dedi?

Bu kelime neden mide krampına yol açıyordu bende?

“Natali, neler oluyor?” dedim, niye böyle bir şey dediğimi bilmeden. Ama bir önemi yoktu. Nasıl olsa Natali beni dinlemiyordu, sürekli konuşuyordu. Her lafın sonuna da unutmadan ekliyordu: “Sayın Züleyha! Lütfen!”
GELİŞME 9 – Yusuf’un Hikayesi

Salına salına yürüdüğüm yolları koşarak geri gittiğim az değildi. Fakat bu defa işler ciddi anlamda karışıktı ve içimde tuhaf bir his vardı.

Adından ve sinirli olduğundan başka, hakkında hiçbir şey bilmediğim bir çocuk için kendimi neden bu denli hırpalıyordum, bilmiyordum. Anlam vermeye çalışıyordum ancak koşarken bunu yapmak kolay olmuyordu.

Her şeyi akışına bırakmak, böyle zamanlarda yapabildiğimin en iyisi olurdu. Çünkü bir bilinmezin içindeysen, büyük ihtimalle bildiğin bir şey yoktur ya da bildiklerin işine yaramıyordur.

Arabamla Yusuf’un oturduğu apartmanın kapısına geldiğimde Natali, ağlayarak oralarda dolaşıyordu. Bir yandan da elindeki mendille burnundan akanları temizliyor…

Ona iyice yanaşıp kapıyı içerden açtım. Acele etmesini söyledim. Sonra da nereye gideceğimizi sordum, hastaneye dedi.

“Hastaneye mi?”
“Evet Sayın Züleyha, çocuğumu hastaneye kaldırmışlar!”

Natali’yi sakinleştirmenin bir yolu yoktu ama daha ilginç olanı şuydu ki; beni de sakinleştirmenin bir yolu yoktu. İkimiz de deli gibiydik. Natali üzgün bir deliydi, peki ben neydim?

Bir trafik canavarı gibi yollarda ortalığı birbirine katarak hızla ilerlemeye başladık. Hastane, normal şartlar altında kırk dakikalık bir mesafedeydi ama o an şartlar hiç de normal değildi. Zaten bir hastaneye kim, normal şartlarda gider ki?

Yirmi dakika sonra hastanenin danışma masasında duran görevli ve oldukça zayıf kıza Yusuf’u soruyorduk. Daha doğrusu Natali soruyordu, ben onun dediklerini anında tekrarlıyordum “Evet, Yusuf’u arıyoruz… Evet, yarım saat önce okuldan getirmişler… Evet, acildeymiş… Evet, yedi yaşında… Evet, burnu kırılmış…Evet evet, bir çocuk ittirmiş… Evet Yusuf, Yusuf Sönmez!”

Demek soyadı “Sönmez”miş Yusuf’un…
GELİŞME 10 – Yusuf’un Hikayesi

Danışmadaki serinkanlı zayıf kız, bizim telaşımızdan çok uzakta bir yerde yaşıyor gibiydi. Sanki biz Güneş’te cayır cayır yanıyormuşuz da o bize Venüs’ten bakıp “Hmmm anlıyorum, demek yanıyorsunuz.” diyordu.

Kendimi tutamadım, bağırdım.

“Pardon ama küçük bir çocuğa ulaşmamız gerekiyor, üstelik burnu kırık, üstelik yalnız, büyük bir ihtimalle de korkuyor! Acaba yanına hızla gitmemiz için yardım edecek misiniz yoksa ben buraları al aşağı mı edeyim?”

Önce Natali, sonra danışmadaki kız ve sonra da oradan gelip geçenler bana şöyle bir baktı. Ben de onlara baktım… Danışmadaki kız, serinkanlılığını bozmadan cevap verdi. “Hanımefendi, al aşağı etmenize gerek yok, diğer hanıma acile giden yeri söyledim. Size de söyleyebilirim, buradan dümdüz yürüdüğünüzde bir dakika sonra acil bölümünde olacaksınız.”

Danışmadaki çelimsiz kıza bir süre daha bakmayı sürdürdüm. Ancak gelip geçenler bana artık bakmıyordu. Kabalığımı örtme gereği duymadan arsız bir şekilde önce başımı sonra gövdemin geri kalanını tarif edilen yöne çevirip yürümeye başladım.

Natali ile birlikte yürüyorduk. Yanaklarından akan yaşları silme tenezzülünde bulunmuyordu. Bu durum ona ayrı bir güzellik katıyordu. Sahiden de ne güzel bir kadındı bu Natali…

Arada bir bana baktığı da oluyordu. Bilmem hakkında düşündüklerimi de görüyor muydu? Ama hiçbirinin bir önemi yokmuş gibi o bakışları görmezden gelip yürümeye devam ediyordum. Bu kadar gerginliğe gerçekten ihtiyacımız var mıydı, düşünüyordum. Fakat içinden çıkamıyordum.

Ne gerek vardı, diyordum içimden…
Sonra, demek ki gerek varmış diyordum.

İçimdeki his ise her geçen saniye daha da kötüleşiyordu. Sanki mağaranın içine doğru yürüyordum ve orada beni heybetli bir ayı bekliyordu.

Yusuf’un yanına gitmemizle Natali’nin ona doğru atılması bir oldu. Bu kadın, bu çocuğu ne kadar çok seviyordu böyle!

Fakat Yusuf için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Sabahki umursamazlığı yine üzerindeydi. Tek fark, burnundaki bandajdı…
Gelişme 11 – Yusuf’un Hikayesi

Yanlarına gidip gitmemekte kararsızdım. İstemdışı da olsa yavaş yavaş onlara doğru yaklaşıyordum. Yusuf’un beni fark etiğini sanmıyordum. Belki de bu yüzden benle hiç ilgilenmedi. Ama bu çocuğun gerçekte hiçbir şeyle ilgisi olmadığını içimden bir ses çok güçlü bir şekilde fısıldıyordu.

Çok güçlü fısıldadığına göre bu, bir fısıltı sayılmazdı.
Bu doğru; içimdeki ses, bas bas bağırıyordu! Bu çocuk hem mutsuz hem kayıtsızdı! İyi ama neden?

“Sayın Züleyha, doktor eve gidebileceğimizi söylüyor. Rica etsem…”

Öyle mi, bu arada doktor bir şeyler mi söylemiş? O kadar dalgınmışım yani!

Demek ki öyleymişim… Durumu beynim için zorlaştırmanın bir anlamı yoktu. Kendimde değilmişim işte, bir uyurgezer veya bir sarhoş gibi… Her neyse…

Natali, Yusuf’u kucağına alıp önüme düştü. Ben de Yusuf’un muayene sırasında çıkarılıp sonra giydirilmeyen fazla giysilerini aldım. Natali’nin omzuna çenesini koyan Yusuf’la ilk defa o sırada göz göze geldik.

Yusuf, sessiz ama derin bir bakış attı bana, elbiselerini aldığım için mi Natali’yle konuştuğum için mi, bilemedim…

İlaç kokularının tümünün birbirine karıştığı mide bulandırıcı koridorda yürürken Yusuf’un üzerimden gözlerini ayırmaması sendelememe sebep oldu. Bu defa gerçekten sendeledim ve ayağım görünmez bir engele takıldı. Dolayısıyla düştüm.

Natali, bana neler olduğunu fark edemedi ama Yusuf…

Bana neler olduğunun gayet iyi farkındaydı…

Gözlerinin içine baktım; bir yardım, bir umut gibi…

Fakat gözümün içine baka baka Natali’nin omzunda gidiyordu işte…

Çok kırıldım bu çocuğa…

Bilmiyorum niye…
GELİŞME 12 – Yusuf’un Hikayesi

Neden bu kadar canımı yakmıştı Yusuf’un kayıtsızlığı, bir anlam veremiyordum fakat bu çocuk… Bana bir yandan da bir şeyler hatırlatıyordu, daha doğrusu birini…
Sırtıma bir elin dokunmasıyla irkilince korkuyla karışık duygularla bu elin sahibine dönüp baktım. Yardımsever bir hemşire, şefkatli gözleriyle bana ilk yardımını yapıyordu. Ancak benim ona ayıracak zamanım yoktu, derhal Natali’ye seslendim.

“Natali! Bekle! Ben yine düştüm!”
Çok şükür, Natali’nin kulakları iyi duyuyordu. Sesimi duyar duymaz anında geri dönüp aramızda açılan dört beş adımı gerisin geri yürüdü.

“Ah Sayın Züleyha! Bir gün içinde bu kadar burkulma normal değil. Sizin muayene olmanız gerekiyor.”

Önemli değildi ve önemsiz olduğunu hem Natali’ye hem de yardımsever hemşireye anlattım. Mecburen anladılar.

Onları boş verip ayağa kalkmaya çalıştım. Her ne kadar zorlandıysam da bunu umursamadım. Ben zaten böyleydim. Hastalıklar asla umrumda olmazdı, daha da önemlisi yapacağım iş için engel olamazdı…

Anlayışlı Natali sayesinde uzun koridorda biraz daha yavaş yürüyerek yol almaya devam ettik. Elbette bu işime yaramadı, daha doğrusu hoşuma giden bir sonuç olmadı. Çünkü yol boyunca Natali’nin muayene olmam gerektiğine dair nutkunu dinlemek zorunda kaldım. Neyse ki otoparka gittiğimizde, attığı nutka kendiliğinden son verebildi, üstelik gösterişsiz bir söylemle:

“Yani sizin için iyi olur Sayın Züleyha…”

Benim için iyi olur evet, ne kadar çok iyi bildiğim bir cümle bu benim. Belki de ezber ettiğim. Belki de mıh gibi beynimin ortasına yapıştırdığım bir cümleydi bu:

“Senin için iyi olur diye…” başlayan o savunmalar… Neyse hiç sırası değildi geçmişe dönüp bakmanın!

Natali ve Yusuf, arabanın arka koltuğuna geçti. Ben de küçük beyin yeni şoförü olarak yeni görevimde kusur etmemek ümidiyle ön koltuğa yerleştim. Aynayı Yusuf’u görebileceğim bir şekilde düzelttim, işte oradaydı o kuşkulu gözler. Yok hayır, kaygısız… Kaygısız gözler… Hayır hayır, mutsuz gözler…

Mutsuz mu? Şu mutsuz kelimesini nedense hep ümitsizlikle eşleştirmişimdir.. Mutsuz, eşittir umutsuz…

Evet, ben mutsuzluğun hep umutsuzluk olduğunu düşündüm.

O halde sadece yedi yaşında olan bir çocuk, hayatının başında bu denli büyük bir umutsuzluğa kapılmış olabilir miydi?

AH!

İçimden şimşek hızıyla bir sızı geçti…
Tanıdık bir çocuğun yüzü…
Mutsuz gözler…
Kaygılı bakışlar…
Unutmak istediğim bir çocuk…
Unutmak istediğim bir çocukluk…

Gerçekten… Olabilir mi?
GELİŞME 13 – Yusuf’un Hikayesi

İşte o günler! Geçmişim!
Tüm heybetiyle beynimin içindeydi!

Uzun zaman önce itina ile tarafımdan silindiğini sandığım günler…

Kâbus gibi günler…
Tek başına… Yapayalnız…
Üzgün… Mutsuz…
Bir o kadar öfkeli…

Geçmişte olanları hatırlamanın sırası değildi, Yusuf’u eve götürmeliydim.

Ani bir gaza basışla olduğumuz yerden füzelere yakışır bir kalkış yaptık. Öyle ki ben bile koltuğuma yapışmıştım. Arka taraftakiler de bana bu konuda eşlik etti.

Yolculuğumuz sırasında sık sık vites değiştiriyordum. Ayağım gaz pedalı ile bir tür sinir harbi yaşıyor gibiydi. Hatırlamamam gereken şeyleri hatırlamış ve bu yüzden gereğinden fazla gerilmiştim.

Çocukluğum…
Benim çocukluğum…

Beş kardeşin içinde yalnız bırakılmış bir çocuk… İşte o, bendim!

Oysaki o günleri unutmak için ne çok çalışmıştım.

Oysaki bana sorsan ne çok uzaktım artık o günlere…

Yine bana kalırsa çoktan uzaklaşmıştım mazimde kalan isimlerden…

Üzerinden çok zaman geçmişti…
Aslında başarmıştım silmeyi…
Bir anne, bir baba, dört kardeş…
Hepsi geride kalmıştı…
İsimleri bile artık hafızamda değildi…

Beynimin yerinden çıktığı o gün… Hiç düşünmeden bir anda…

İşte orada, kaldıkları yerden bakıyordular hâlâ… Tanımakta zorlandığım o insanlar…

Şaşkın bakışlarını hatırlıyorum sadece… Beklemedikleri bu son, onları büyük bir hayrete düşürmüştü…

Ne yapalım, bu da benim intikam alma biçimimdi:
TERK ETMEK!

Fakat şu Yusuf! Tanrım! Şu bakışlar…
Gelişme 14 – Yusuf’un Hikâyesi

Hayatımın yeni misafirlerini evlerine bırakmadan kısa bir süre önce ilaç tedariği için mahallemize en yakın olan eczaneye uğradık. Natali’nin Yusuf’u bir an bile yalnız bırakmak istemeyişine hayran kaldığımdan ilaç alışverişini bizzat kendim yaptım.

Yeniden evin yolunu tuttuğumuzda aklımdan geçen şeylerin ne olduğunu anlamaya çalışırken yakaladım kendimi. Film gibi bir şeydi…

Peki, o kadar hızlı geçmek zorunda mıydı?

Belki de zorundaydı. Çünkü duyduğum kadarıyla her insan, ölmeden önce hayatını bir film seyreder gibi…

Yoksa?

Şayet hızla geçen bu filmin gerçek anlamı birazdan öbür tarafı boylayacak olmam ise o halde misafirlerimin bu işle bir ilgisi olmamasını tercih ederdim. Tabi, ölme şeklim ve zamanımda bir tercih hakkım varsa…

Özverili ve mutlu bir kadının, mutsuz ve huysuz bir çocuğun kesinlikle ölümümle bir ilgisi olmamalıydı! Bu yüzden arabayı daracık sokağımızda gereğinden fazla dikkatli kullanmaya çalıştım. Aslına bakılırsa bu sokakta trafik kazası yapmak ve bu kaza sonucu ölmek mümkün değildi. Burada bir arabanın içinde ölmek için sadece gökten bir vincin düşmesini beklemeniz gerekiyordu. Ama ben…

O gün hiç de normal değildim işte…

Kaza yapmamak için elim ayağıma dolaşıyordu. Sanki bir anda…

Alnımdan boncuk gibi akan terler gözlerimin kenarından akıp sinir bozucu bir hisle yoluna devam ederken biz de börekçinin önünden geçiyorduk. Daha bu sabah burada kahvaltı yapıyordum her şeyden habersiz… Ölümden ne kadar da uzaktım…

Yusuf’un oturduğu apartmanın önüne arabayı park ettiğim zaman içimde büyük bir gürültüyle çalışan koca bir motor da kendiliğinden sustu. Korktuğum ölüm beni yol boyunca bulmamıştı, çok şükür… Öldüğüme değil de bu iki insana kötü bir hatıra bıraktığıma gerçekten çok üzülecektim…

Başkaları yüzünden kötü hatırlarla iyi yaşanmadığını çok iyi bildiğim için…

Natali, yaşadıklarımdan bihaberdi ama sesinde garip bir hüzün vardı. Sebebi belki bendim belki Yusuf’tu. Kuvvetle ihtimal Yusuf’tu. Çünkü ben onun hiçbir şeyi değildim. Kimsenin hiçbir şeyi olmadığım gibi…

“Sonsuz teşekkür ederim Sayın Züleyha, size borçluyum doğrusu. Bizim için oldukça fazla çaba gösterdiniz.”

Natali’nin ne dediğini duyuyordum. Kucağında uyuyakalmış Yusuf’u da görüyordum. Son bir yardıma daha ihtiyaçları olduğunu da görüyordum. Ama öylece bakıyordum… Tıpkı Yusuf’un düştüğüm zaman hastane koridorunda bana baktığı gibi…

İkimiz de böyle bakmayı nereden öğrenmiştik?
Gelişme 15 – Yusuf’un Hikayesi

Natali’ye ihtiyacı olan yardımı yapmak üzere kendimi toparlayıp arabadan indim.

Arka kapıyı açıp yedi yaşındaki bir çocukla dikkatlice inebilmesi için tatlı kadına yardım ettim. Sonra Yusuf’un kıyafetlerini, çantasını ve ilaçlarını da aldım. Evet tabi, Natali’nin kol çantasını da unutmasam iyi olacaktı.

Natali önde ben peşinde apartman kapısının önüne kadar geldik. Kapıyı açacak olan kartın çantasında olduğunu söyleyince ben de Natali’nin boncuklu çantasını şıkırdata şıkırdata karıştırmaya başladım. Ancak gözüne perde çekilmişler gibi bir türlü o kartı göremiyordum. Bulmamam gereken ne varsa hepsi elimdeydi; süslü bir imitasyon yüzük, Rus zevkiyle üretilmiş bir bozuk para cüzdanı, bir Kuran…

Kuran mı?

Evet, bu cep boyutundaki kitap, bir Kuran’dı…

Fakat Natali?!..

Anlamsız bakışlarla Natali’nin yüzünde bir şeyler arayan gözlerim, büyük ihtimalle aradığını bulamamıştı. Öylece bakıp dururken beni hiç de ilgilendirmeyen bu konuyu zihnimden uzaklaştırmaya çalıştım ve “Kartı bulamıyorum.” dedim. Natali göz kırptı, sonra da elini uzatıp karmakarışık hale getirdiğim çantasından bir saniye içinde anahtar kartı çıkarıp kapıya okuttu.

İçeri girdik. Bir elimde Yusuf’un kıyafetleri, ilaçları, çantası, diğer elimde Natali’nin eşyaları… Yürüyen bir askılık gibi Natali’nin ardı sıra asansöre bindim. Büyük ihtimal ki Natali, benden bazı basit yardımlar konusunda ümidini kesmişti. Artık kendi işini kendi yapıyordu, dördüncü katın düğmesine basmıştı çoktan.

Hep birlikte dördüncü katta asansörden dışarı çıktık. Burası bir apartmanın koridorundan çok lüks bir iş yerinin bekleme salonunu andırıyordu. Özenle yeri belirlenmiş sağlıklı, gür ağacımsı bitkiler, eminim ki her insanda aynı etkiyi bırakıyordu:

“Huzur içindeki evinize hoş geldiniz!”
Gelişme 16 – Yusuf’un Hikayesi

Evet, yeşil her zaman huzur demekti ama görünen o ki bütün bunlar, yedi yaşındaki bir çocuğun mutsuz ruhuna ulaşamıyordu. Bir iç mimar olarak bu konuyu irdelesem, en azından mesleki açıdan, iyi olacaktı.

Natali’nin fısıldar gibi çıkan dikkat çekici kısık sesi, düşüncelerimi dağıtmayı başarmıştı. Yüzüne baktım. Kaş göz işaretleriyle bana bir şeyler anlatıyor gibiydi ama bende onu anlayacak incelik ne yazık ki yoktu. Hele hele o gün!…

Parmaklarımın ucuna basarak ilerledim ve Natali’nin dudaklarının dibine kadar soktuğum kulağıma ne anlatmak istediğini söylemesini istedim.

“Çok teşekkür ederiz Sayın Züleyha, içeri girip biraz dinlenirseniz çok memnun olurum.”

Aslında dinlenebilseydim buna ben de çok memnun olurdum. Fakat yaşadığım hayat bana şunu öğretmişti:

Şayet beyninde bir fil oturuyorsa, başını kuş tüyü bir yastık dinlendiremez.

Natali’ye nazik teklifi için teşekkür ettim ve elimdekileri bırakmak için eve girdim. Amacım hızla dışarı çıkmaktı…

Fakat o sarı güneş…
O sarı, sıcak güneş…

İkindi güneşi evin her yerini sarı bir sıcakla kaplamıştı. Bu sıcaklık, bir tür huzur hissi uyandırmıştı bende.

Bir yuvadan tüterek çıkan o görünmez dumanının sıcaklığı…
Hani şu özlemini çekip durduğum sıcak yuva…
Parlak ve gülümseyen bir ev…
Ne yazık ki buna kavuşmak bana bir türlü nasip olamamıştı.

Başımı silkeleyerek elimdeki eşyaları, girişte duran konsolun üzerine bıraktım. Yine de beni sıcaklığıyla çarpan bu aydınlık yuvaya sırtımı dönüp çıkmaya hazırladım kendimi.

“Sayın Züleyha” dedi Natali yine o bozuk Türkçesiyle… Bu kadının konuşması beni her defasında bir duvara çarpmışım gibi dağıtıyordu. Aynı dağınık ruhla başımı çevirip ona baktım. Kucağında Yusuf yoktu.

“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum… Bütün gün bir şey yemedik. Size yemek ikram etmeme lütfen izin verin.”
Gelişme 17 – Yusuf’un Hikayesi

Rus kadınların genlerinin kesinlikle başka bir dünyadan geldiğine olan inancım bir kez daha kendini haklı çıkardı. O kadar az malzeme ile o kadar lezzetli ve hafif yemekler yapabilmek ancak böyle bir kadının eseri olabilirdi.

Gözlerinin içi gülerek karşıma oturan bu sevimli kadın, kaşla göz arasında oldukça zarif bir de sofra hazırlamıştı. Elbette ki bunun haklı gururu yüzüne yansımıştı. Ben de onu takdir ettim.

“Ellerine sağlık, sofra muhteşem görünüyor.”

Hafif bir gülümseme ile iltifatımı geçiştirdi.

“Hayat, sürprizlerle doludur derler, doğru. Sizi tanıdığıma memnun oldum. Sabah ayağınızın burkulmasına üzüldüğüm kadar şimdi de şükür ediyorum.”

Ah! Şu utanç verici numara!
Ne hain bir plan sonucu tanıştığımızı bu tatlı kadına asla söylemeyecektim, bu yüzden sadece kendi kendime oturduğum yerde utanıp kıvranarak yerin dibine geçmekle yetindim.
Misafirini güzelce ağırlamak isteyen her ev hanımı gibi o da üzerine düşen “sohbeti yürüt” işini mi yerine getiriyordu yoksa sahiden benimle sohbet mi ediyordu, bilmiyorum. Ancak önemsiz sayılacak birçok konudan azar azar bana bahsetti. Ben ise çoğusuna “evet” demekle ve genelde dinlemekle yetiniyordum. Neden sonra hiç bilmiyorum Natali, şu Kuran’dan bahsetti.

“Eminim onu çantamda gördüğünüz için çok şaşırdınız. Doğru, ben bir Ortodoksum. Ama bu Kuran’ın bir hikâyesi var bende. Değişik bir hikâye…”

Sözlerinin bu kısmından sonra yaklaşık bir dakika kadar sessiz kaldı.

“Buraya gelmeden önce yaşlı bir hastaya bakıyordum. Çok ağır bir hastaydı ve tıbben ölümü yakındı. Yaşlı adam bunu hissetmişti ve benden ona bu Türkçe Kuran’ı okumamı rica etti. Ben de okudum.”
Gelişme 18 – Yusuf’un Hikayesi

Yine bir sessizlik çöktü mutfağa. Bu defa bir dakikadan da uzun sürdü. Ancak bu sessizliği bölmedim; içimden bir ses, Natali’nin duygusal bir an yaşadığını söylüyordu. Dolu bir bulut gibi mavi gözlerinden yaşlar süzülünce içimdeki sesin doğru söylediğini anladım.

“Tam da Yusuf babına gelmiştik. Yusuf’un zindana atıldığı yerdeydik… Yaşlı hasta, elimi tuttu; tamam dedi. Teşekkürler dedi… Sonra da gözleri kapandı… Öylece kaldık… Türkiye’deki ilk işimdi ve kısa sürdüğü gibi sonu da hazin olmuştu. Ölümle ve işsizlikle aynı anda yüzleştim. Yeni işimin bir çocuk olması gerektiğine o zaman karar verdim. Ölümle aram iyi değil benim. Sonra hastanın ailesi ile iletişime geçtim. Onlara ayrılacağım zamanı bildirdim. Hastaya karşı son görevlerimi de yerine getirdikten sonra ayrılmak için eşyalarımı toplamaya başladım. Ancak bu kitabı bir türlü orada bırakmak istemedim. Sanki rahmetliden bana bir yadigârdı bu kitap. Onu bu yüzden yanıma almaya karar verdim. Kitabı bavuluma koyup hastanın ailesiyle vedalaştım ve evden çıktım. Türkiye’ye gelmemi sağlayan arkadaşımın evine giderken onu yolda telefonla aradım. Bir iş görüşmesinden çıktığını ve eve gitmek üzere olduğunu söyledi. Benimle aynı zamanda evde olabileceğini söyledi ve öyle oldu. Oturup enikonu konuşmaya başladığımızda o gün gittiği görüşmeyi anlattı bana. Bir çocuktan bahsediyordu; huysuz, sinirli, suratsız diyordu ona. Asla sevmediği çocuklardan olduğunu söylüyordu. Arkadaşım, oldukça uzun süredir Türkiye’deydi ve çocuk bakıcılığına başlayalı iki yıl olmuştu. Ancak anladığım kadarıyla yeni işinden çok memnun değildi veya çocuklarla arası iyi değildi. Eğer iyi olsaydı çocukları ikiye üçe ayırmazdı ve her gördüğü çocuğun aslında sadece bir tek ruha sahip olduğunu o kadar zaman boyunca anlamış olması gerekirdi. Oysa arkadaşım söylenip duruyordu. Güya o gün gittiği çocuk çok sinir bozucuymuş, annesi kırk kere Yusuf diyormuş o bir kere dönüp bakmıyormuş… Ben ise Yusuf adını duyunca…” bir dakika sürmeyen bir sessizlik daha oldu.

Diğerlerinden bir farkı da vardı bu sessizliğin; Natali gülümsüyordu. Bu gülümseme sağ yanağındaki gamzeyi de ortaya çıkarıyordu.
Gelişme 19 – Yusuf’un Hikayesi

Demek Yusuf adında bir tılsım dolaşıyordu etrafta. Acaba bu tılsımdan benim payıma düşen neydi?

Ben kendi sorunumla didişirken Natali sözlerine devam ediyordu.

“Anlatması aslında biraz zor, nasıl denir; ilahi bir şey gibi… Yusuf… Sanki bana adını önceden duyurdu gibi… Biliyorum, bu saçmalık ama Kuran’daki Yusuf’un düştüğü çukur ve oradaki çaresizliği… Bilemiyorum… Küçük Yusuf’a yardım etmem gerektiği fikri bende neden oluştu? Dedim ya bilmiyorum… Bu, ilahi bir şey gibi… Buradayım ve doğru yerde olduğumu biliyorum. Çünkü ben bir çocuk doktoruyum. Onları iyileştirmek benim görevim…”

Demek ki Küçük Yusuf’un hayatı, yolunda gitmiyordu. Bu iyilik perisi, onu iyileştirme çabasında olduğuna göre…

Fakat bu çocukta gerçekten de bir tılsım olduğu kesindi. Çünkü ben de yana döne ona yardım etmek için birkaç saat önce kendimi parçalamıştım.

Ne yani, ilahi bir çocuk mu beni buraya çağırdı?

Daha da neler!

Natali, elindeki çatalla tabağındaki domatesleri kurcalıyordu, dalgın bir hali vardı. Sözler, kendiliğinden dökülüyordu dudaklarından.

“Okurken de zaten Yusuf’un Hikâyesinden etkilenmiştim…”

NE? Yusuf’un Hikayesi mi?
“Yusuf, hikâyede Tanrı’nın her sevgili kulu gibi çok kötü anılar yaşıyordu. Ama ne bileyim, insanın öz kardeşleri tarafından bir kuyuya atılması… Beni çok etkiledi. Sonra bir mal gibi tüccarlar tarafından satılması… Sonra sırf güzel olduğu için büyük bir iftiraya uğraması… Sonra da yıllar boyunca bu iftira yüzünden, üstelik haklı olduğu bilindiği halde zindanda kalması… Bilemiyorum… Tuhaf işte, ben… Sanırım Yusuf’u daha görmeden kendimi ona hazırlamışım.”
Ama ben hazırlamamışım!
Gelişme 20 – Yusufun Hikayesi

Kapı çalınca açarsın ve karşında polisi görürsün… Sonra onlar aniden evine dalar… O da yetmezmiş gibi evinin orasını burasını karıştırırlar da sanki mahrem yerlerine el sokuyorlar gibi hissedersin… Kadın da olsa aynı erkek de olsa aynı hani… Yusuf’un Hikâyesi diye bir şey olduğunu duyunca işte bu soğuklukta duygular ruhumu ele geçirmeye başladı.

Sabahtan beri aradığım bu olduğu halde… Kendimi, kendi evimde otururken polise yakalanmış gibi hissediyordum işte… Natali de evimin kapısını çalan o kibirli polisti…

Bu polisler!
Dünyanın her yerindede aynıydı ve
İNSAN değillerdi kesin olarak; buna artık çok emindim!
Ama Natali!
O gün bittiğinde ben nerede olacaktım, hiç bilmiyordum!
Yıllar yıllar boyunca uyuklayıp kalacağım karanlık bir zindanda mı? Yoksa bir tımarhanede mi?

Biri elimden tutmalıydı…
Bu kadar saçmalıkla ben sanıyorum ki başa çıkmakta zorlanıyordum.

Yusuf’un Hikayesi diye gerçek bir hikayenin yazılı olduğu kitap, yarım saat kadar önce ellerimdeymiş ve ben bundan habersizmişim…

Ellerim yanmak üzereydi…
Sanki daha az önce kaderime dokunmuş gibi…
Aslında bu, çok sinir bozucu bir durumdu.

Yo! Hayır!
Bir hikaye ile alt üst olmama izin verecek biri değildim!
Derhal kendimi topladım ve Natali’ye yaşadığım bu deli bozuk anları hiç çaktırmadım. Küçük bir öksürükle ses akordumu yapıp sessizliği bozan kişi oldum.
“Şu ilahi şeyler hep merakımı çekmiştir. Ama hiç de zamanım olmadı. Sahi… Şu Yusuf’un Hikayesini okuyabilir miyim?”
Gelişme 21 – Yusuf’un Hikayesi

Natali hiç cevap vermeden kalkıp gitti.

Ne demiştim ben ona?
Yo… Hayır… Kötü bir söz söylemedim…Peki, neler oluyor?

Çift kapılı gri buzdolabı ile burun burunaydık. Soğuk bir hava esiyordu aramızda, gözlerimi ankastre fırına çevirdim. Hayır, esen hava yine soğuktu. Anlaşılan bu mutfakta bana hiçbir şey sıcaklık katamayacaktı o an…

Derken Natali’nin minik ayaklarına giydiği tüylü terliklerin tıkırtısı yaklaşmaya başladı, yaklaştı, yaklaştı ve işte karşımdaydılar. Bu terlikler, gerçekten de çok sevimliydi…

“Bunu dün gittiğimiz kitapçıdan aldım. Tatile giderken yanıma almak için… Diğer kitabın bende özel bir yeri var, biliyorsunuz. Tatilde onu kaybetmek istemiyorum. Fakat tatile daha çok var ve ben yenisini alabilirim. Üstelik size teşekkür borcum var. İzin verin, size bu Kuran’ı hediye edeyim.”

Yeterli bir açıklamaydı, reddetmeyi baştan kesen cümlelerle dolu olduğu için bana da sadece “çok naziksin, çok teşekkür ederim” demek kaldı. Söyledim ve aldım.

Artık bir Kuran’ım vardı. Onunla ne yapacağımı bilmediğim bir kitap…

Yeni bir fincan çay için Natali teklifte bulundu ama artık evime gitmek istiyordum ve celladımla tanışmak istiyordum.

Nedendir bilmem, sanki bu hikaye, benim sonumu; dolayısıyla nasıl öleceğimi anlatıyor gibi geliyordu bana.

Nasıl öleceğim mi?

Bir günde iki kere ölüm düşüncesi biraz fazla değil mi?

Kibar ev sahibi itiraz etmedi, beni uğurlamak için ayağa kalktı. O gün için yeniden yeniden teşekkür etti.
Ben de yetişebildiğim kadarına “bir şey değil” dedim.

Sadece bu olsa iyi ama öyle bir şey daha dedim ki…

 

Gelişme 22 – Yusuf’un Hikayesi

“Eğer yardıma ihtiyacınız olursa yine beni ara Natali, çekinme asla.”

Beklediği bir söz duymuş gibi memnundu. Teşekkür etti yine ve arayacağını söyledi ama yardım için değil arkadaş olmak istediği için…

Ama ben… Galiba onunla arkadaş olmak istemiyordum, yine de “çok sevinirim” dedim. Gayet samimi olmuşuz gibi sarılıp bir de onu öptüm. Kendime hayret ederek dönüp asansöre doğru yürüdüm…

Buradan gitmek istiyorum!

Cızıltılı bir sesle açılan asansör kapısından tek başıma girdim. Bu defa yalnızdım. Elimde Kuran, kafamda sorular, çalan bir telefon…

Ne?
Bu kadar çabuk mu? Hayır Natali! Seninle arkadaş olmak istemiyorum!

Telefonu elime aldım ve tanıdık bir isim gördüm; Selim.

“Efendim Selim.”
Boğuluyormuş gibi öksürerek konuşmaya çalışan Selim, bir şeyler anlattı. Hiçbirini anlamadım. “Ne?” diyordum yine anlatıyordu, yine anlamıyordum. “Mesaj çek, ne dediğini anlamıyorum!” dedim ve kapattım. Asansörden inip apartman kapısına doğru yürürken gelen mesajı açıp okudum.

“Yahu kızım! Kafayı mı yedin sen? Neredesin bu saate kadar? Tek başıma bu tozlarla uğraşamıyorum! Çabuk Gel!”

Toz mu, ne tozu?

Ah evet! Aceleci ve bol paralı yeni müşterimin yeni ofisi! Alçılar, duvarlar, kağıtlar, lambalar, döşemeler! Tabi ya! Benim bir işim vardı! Gitmek istemediğim bir işim!

Hemen kendimi arabaya attım, Kuran’ı da yan koltuğa! Aceleci müşterimin işini üç günde bitirmek zorundaydım. Bitirirsem daha çok aceleci ve daha çok paralı müşterilerim olacaktı, bunu çok iyi biliyordum. Çünkü böyle tipler gizli servis hizmetlerinin hızında birbirlerine haberi iletirdi.

“Biri keşfedildi, eli çok hızlı ve temiz; işler bundan sonra ona!”
Gelişme 23 – Yusuf’un Hikayesi

En ilginç olan da şuydu: Bu tiplerden biri diğerine tavsiyede bulununca, o kişinin de yenilenmesi gereken ya bir ofisi olurdu ya da bir evi…

Böyle birkaç müşteri sayesinde sınıf atladığımı inkar edemem. Ama bu defaki müşterim, her ne kadar Türkiye zenginler listesinde yer almıyorsa da, sahiden de çok paralıydı! Biliyordum.

Yolda giderken bir iki kere Selim’i arayıp ofisin o anki durumu hakkında bilgi almaya çalıştım. Toz duman içinde konuşmaya çalışan Selim’i, her defasında anlamadım ama tekrar tekrar aramaktan da kendimi alamadım. Merakımı gidermenin en iyi yolunun kısa sürede işe gitmek olduğunu anlayınca ayağımla gaz pedalına biraz daha bastım.

Yollar, virajlar, ışıklar derken işte Boğaz’ın muhteşem manzarasına sahip ofisin bulunduğu noktadaydım. Aceleyle inip ofise geçtim.

PARAnın kokusu muydu beni buraya acilen getiren?

İki katlı bu binanın tamamını elden geçiriyorduk. Sadece dört duvar sabit kalmıştı, geriye kalan tüm alanları değiştiriyorduk. Öyle dayanılmaz bir projeyle adama sunum yaptım ki “Evet! Hemen yapın, ama beş günde yapın size iki katını vereyim!” demişti. Ben de “O zaman üç günde yapalım da üç katını verin!” demiştim. Adam bu jestimi sevmişti, bir kahkaha patlatarak “Siz o işi üç günde yapın, ben beş katını hemen ödeyeyim!”

Böyle kızışmış bir pazarlık da hiç görmemiştim! Bir anda elli bin liralık işi iki yüz elli bin liradan satmıştım!

İç mimarlığı bırakıp satış temsilciğine mi başlasaydım, ne yapsaydım?

Selim, burnundan tozlar soluyarak karşıma dikildi; tam anlamıyla sinir küpüne dönmüştü. Önüne gelen bağırıp duruyordu.
Gelişme 24 – Yusuf’un Hikayesi

Bana da bağırdı.

“Nerdesin sen?”
Zor bir gün geçirdiği her halinden belliydi. Üstelemedim.

Dudaklarına yapışmış toz zerrecikleri, o konuştukça yüzüme doğru fırlıyordu. Komik bir hali vardı ama ben gülmüyordum. Sadece işime ne kadar yabancılaştığımı hayretle seyrediyordum.

Normalde kapıdan içeri girer girmez her yeri ellerimle kontrol etmem gerekiyordu. Selim bana söylenirken ben, malzemeleri inceliyor olmalıydım. İşçilere yeni işler yüklerken kendim de yeni bir işe koyuluyor olmalıydım. Oysaki o gün, orada öylece dikilmiş etrafa bakınıyordum. Selim’i dinlemeye çalışıyordum. İlk cümleden sonra ne dediğini ise hiç hatırlamıyordum.

Anlaşılmıştı, bu durum bana çok tanıdıktı.

Ne zaman aklım başka bir yerde olsa,
bedenim oradan oraya savrulup dururdu.

Evet, benim aklım o an başka bir yerdeydi ve ben nerede olduğunu çok iyi biliyordum.

“Selim, biliyor musun? Gece hiç uyumadım ve bugün biraz hasta gibiyim. Birkaç güne de iyileşecek gibi değilim. Ne yapalım biliyor musun? Sen burayı üç günde bitir ve bütün parayı kendin al. Hepsi senin olsun! Ben eve gidiyorum. Üç gün boyunca da yokum arkadaşım.”

Selim, hortlak görmüş gibi bakıyordu bana. Aylık maaşla çalışan bir eleman, maaşının elli katını bir anda üç gün sonra alacağını öğrenince demek böyle oluyormuş… Sorun değildi, Selim benim sağ kolumdu ve her zaman ona az maaş verdiğimi düşünürdüm. Bu onun için bir ödüldü benim gözümde. Ne de olsa kusursuz iş çıkardığına defalarca şahit olmuştum.

Pörtlemiş gözlerine hiç aldırmadan gidiyordum ki dönüp şöyle söyledim:
“Boşuna arama beni, bu işte teksin. Telefonumu sana yönlendiriyorum.”

Tozların tamamını yutmuş gibi derinden öksüren Selim, hımm kımmm mıımmm gibi sesler çıkarıp bir şeyler söylemeye hazırlandıysa da “Sana güveniyorum!” deyip onu orada, işçilerle birlikte bırakıp çıktım.

Paranın bendeki hükmü, işte bu kadardı!
Gelişme 25 – Yusuf’un Hikayesi

Kendi arabamın, kendi giysilerimin ve kendi bedenimin içinde, çıplak bir Somalili varmış gibi hissediyordum. Kara kara tende, beyaz beyaz gözlerle, acıklı bakışlarla insanlığıma sessizce “tuuuu” diyordu.

Okkalı bir tükürük yüzüme gelmiş gibi tiksinerek, elimle yüzümü sıvazladım.

Bu da neyin nesi? Ben, kime ayıp ediyordum? Kime insanlık dışı davranıyordum?
Neler oluyordu? Şimdi de kendi kendime düşman mı oldum?

Üstelik, işimi nasıl terk edip çıktığımı düşünmüyordum da içimdeki o fakirin bana neden tükürdüğünü düşünüyordum? Çıldırmanın eşiğinde olduğum açıktı…

Kendimden kaçmak ister gibi o mekândan hızla ayrıldım. Nereye gittiğimi tam olarak bilmiyordum ama Ulus Parkı’na yaklaştığımın farkındaydım.Sıcak çikolatalı browni kek ile sımsıcak demli bir çayın içimi ısıtırken seyrettiğim doyumsuz İstanbul manzarası bana orada hep aynı şeyi fısıldardı:

“Züleyha, unut gitsin…”

Direksiyonu parka kıvırdım. Görevliye anahtarı teslim ettim. Kuran’ı ve çantamı alıp uç kısımlardan bir masaya yöneldim. Uçurumun kenarında yürür gibi yaşadığım bir geçmiş, beni masa tercihinde böyle yapmaya zorluyordu. Keskin karakterli olmamda da bu geçmişin hatırı sayılır bir payı vardı. Anlaşma nedir bilmeden büyüyen bir genç kızın öğreneceği tek şey vardır çünkü:

“Ya hep ya hiç!”

Ölümle kalım arasındaki tercihin sonuçları, benim gibiler için farksızdır. Çünkü önemli olan tercih yapabilmektir. Sonrası… Hiç mühim değil…

Beni tanıyan garson, gülümseyerek selam verdi.

“Demli çay, ince belli bardakta ve sıcak çikolalatalı browni…” dedi sonra.
Aynı sıcaklıkta bir cevap olsun diye gülümsemeye zorladığım dudaklarımla “evet” dedim.

 

Gelişme 26 – Yusuf’un Hikayesi

Mavinin ve yeşilin birçok tonuyla konuştuğum yamaçtan ağzımda sıcak çikolata tadıyla ayrıldım.

Orada ne kadar kaldığımı bilmiyordum; bildiğim, ayrıldığımda güneşin batmak üzere olduğuydu.

Artık normal bir insan gibi araba kullanmaya başlamıştım.Rüyalar, hikâyeler, tesadüfler derken son derece garip bir gün geçirmiştim. Ortada bir dert yokken, durduk yere kendime neler yapmıştım “Yusuf” diye diye… Bir bardak suda fırtına estirmek diye buna derler! Beynime sağlık…

Ama hayır, benim sorunum bunlar değildi, benim gerçek sorunum tam olarak Tanrı’nın kendisiydi.

Yani eskiden beri onla sorunlu olduğum doğruydu ancak gece yaptığım araştırmada, din eğitimi veren bir sitede okuduklarım aklımı bütünüyle karıştırmıştı. Beni böylesine alt üst eden de tam olarak bu soruydu…

Meğerse Tanrı “perde arkası”ndan “kul”larıyla konuşurmuş. Bu perdelerin en çok bilineni de “rüya” imiş…

İşte beni bütün gün boyunca sersem gibi oradan oraya savuran da tam olarak buydu:

“Tanrı, benimle neden konuşmak istiyor?”

Tanrı için iyi bir “kul” olduğumu kimse söyleyemez, buna kendisi de dâhil…Peki, benden ne istiyordu? Konuşup ne duymak istiyordu benim sıkı dudaklarımdan?

Doğrusu benim onla konuşacak hiçbir şeyim yoktu! Onunla konuşmaya ihtiyacım da yoktu! Ama görünen o ki Tanrının benle konuşmaya ihtiyacı varmış…

Peki, ama ne için?

Üstelik bunu neden doğrudan değil de kriptolu mesajlarla, rüyalarla yapıyordu? Ne konuştuğunu anlamamı istiyorsa alenen bir şeyler yapsa daha iyi olurdu; ne bileyim bir melek yollasa veya bir kitap indirse bana özel… Hem benimle konuşmanın bir işe yarayacağını sanıyorsa, zaten baştan kaybetmiş demektir. Çünkü ortada bunca rezillik varken, bir değil yüz bin tane Tanrıyı karşıma dikecek olsalar, herhangi birine inanasım gelmez!

Bütün bunları şu yüce namlı Tanrıya hiç yakıştıramadım! Son derece hastalıklı davranışlar olduğunu bile düşündüm…

Fakat kabul etmem gerekirse; ısrarla rüya üzerinden benimle iletişim kurmaya çalışan bir kişi varsa, bunun Tanrı olmasını tercih ederdim. Evet, bu ihtimalin haricindeki tüm olasılıklar, gerçek bir çıldırma sebebi olurdu benim için.

Yeniden ve en baştan inceleyecek olursam, rüyaları kendime ben gösteriyorum varsayayım ve yakın gelecekte beni nelerin beklediğini de kendiliğimden biliyorum diyeyim. O halde neden rüya görüyorum de ayık halde bunları tahmin etmiyorum?

Hayır!

Veya düşüneyim ki gördüğüm rüyayı ben, hemen ertesi gün gerçeğe çeviriyorum ve tanımadığım insanlarla, bilmediğim bir yolla iletişim kurup benle tanışmalarını sağlıyorum…

Hayır!

Veyahut da farz edeyim ki biri benim beynimi kurcalıyor! Tanıdığım veya tanımadığım biri, ben uykudayken beni yakalıyor ve filmi beynime yüklüyor; ben de seyrediyorum…

Asla mümkün değil!
Tanrıya kaptırmadığım beynimi büyücülere mi kaptıracağım!
Ha ha haaa!

 

Gelişme 27 – Yusuf’un Hikayesi

Beynimde fikirler üç ileri beş geri gidip gelirken bir an önce kendimi eve atmanın derdindeydim artık.

Ve yine artık, bütün bu saçmalıklardan, saçma bir yolla bile olsa kurtulmak istiyordum! Şu Kuran denen kitaptaki Yusuf’un hikâyesini okuyacak, Tanrının derdini anlayacak ve “ Sen de bir hoşsun!” deyip ona otuz iki dişimle sırıtıp, üstüne bir de keyif viskisi içecektim.

“Bu kadeh senin şerefine Ulu Tanrım!”

Zafer kazanmış bir holiganın heyecanıyla yüzüme düşen gülümseme ile evimden içeri girdim. Anahtarları oturma odası olarak kullandığım salondaki masanın üzerine bıraktım. Her ne kadar Yusuf’un evindeki gibi sarı sıcak olmasa da bu odayı seviyordum…

Panjurları genelde yarı yarıya kapalı, üç tane üçlü koltuğu sığdırdığım bu sevimli yaşam alanımda bir masa, dört sandalye, bir kitaplık ve bir de aydınlatmalar vardı. Başka bir şey yoktu çünkü daha fazlasına ihtiyacım yoktu. Televizyonmuş radyoymuş, sehpaymış, avizeymiş bilmem ne… Zücaciye dükkânından farksız evleri oldum olası sevmedim.

Duvarları siyah ile boyalı oturma odamda koltuklarımın rengi fıstık yeşili idi. İpten perdelerim ise koyu turuncuydu. Duvardan ve yerden aydınlatmalar, odama soft bir hava katıyordu akşamları.

Evet, şu lambalar…

Banyoda, mutfakta her yerde onlar vardı. Keza ben bir şeyi seviyorsam azıcık severim azıcık sevmem gibi bir lüksüm yoktu. Dedim ya slogan belli: “Ya hep ya hiç!”

Ayakkabılarımı, titizliğimden dolayı her zaman kapının dışında çıkarırdım ve evimde çıplak ayakla dolaşırdım. Yerler, baştan sona uzun tüylü halılarla kaplıdır, banyo ve mutfak da dâhil… Şu sıcak yuva özleminin psikolojik sonuçları…

Ayaklarım bu yüzden çıplaktır, sıcaklığı hissetmek için… Belki bunun başka bir açıklaması daha vardır ama ben bu temaları genelde uyumsuz çiftlerin evinde kullanırım ve iyi sonuçlar aldığımı söyleyebilirim. Avrupalıların soğuk mizaçlı olmalarını da hep halı ile geç tanışmış olmalarına vermişimdir. Belki onların da başka bir sebebi vardır ama neyse, çok da önemli bir iddia değil…

Hayat bana, çok iddialı olmamayı çok önceden öğretti. Keskin sirke, küpüne zarar gibi…

 

Gelişme 28 – Yusuf’un Hikayesi

Masaya yakın olan üçlü koltuğun geniş kolluğu, küçük popomun genişliğinden daha büyüktü. Rahatça oturup çorabımı çıkardığım mekânım olmuştu burası. Elbette ki çorabımı yine aynı yerde çıkardım.

Ayaklarımın kenarları, pembe bir çerçeveyle kaplanmış gibiydi. Üstelik buruşmuştular. O gün, gereksiz bir yorgunluk ve koşturmacaya mecbur bıraktığım için ayaklarımdan özür diler gibi onları sıvazladım. Sonra banyoya doğru yürüdüm. Mutfağın kapısından geçerken bir yudum su içmenin iyi olacağını düşündüm. Mutfağa saptım ve içimi serinleten bir bardak su içtim. Gerçekten de iyi gelmişti. Derin bir nefes alıp dudaklarımın kenarlarında kalan su damlacıklarını yalaya yalaya banyoya gittim.

Natali’nin yemeklerini bitirmekle meşgul olurken su içmeyi unutmuşum demek ki; bu kadar susuz kaldığıma göre… Bu kadın, kesinlikle benim aklımı alıyordu. Yoksa Yusuf mu? Yoksa rüyalarım mı? Ayırt etmek o an için bana göre oldukça zor bir işti.

“Her neyse, amaaan!” dedim. Bunları düşünmek için önümde koskoca üç gün vardı.

Üzerimdekileri çıkarıp sıcak ve uzun bir duş aldım. Sıcak duş evet, ben sıcak şeyleri severim…

Son zamanlarda müptelası olduğum bu duş keyfini de yine doyasıya yaşadım, sonra çıkıp saçlarımı makineyle kuruttum. Diplerini tamamen, uçlarını kısmen… Ama tenime soğuk soğuk değmelerine dayanamayacağım için o kısımları bornozun yakasından dışarı doğru sarkıttım. Bornozumun pofuduk tüyleri nasıl olsa kısa sürede saçlarımın uçlarını kurutacaktı. Evet, pofuduk bornoz dedim; doğru. Onun da sıcak tutması benim için önemliydi…

Beni saran sıcak şeyler…
Evim, tam olarak bunlarla döşenmişti, en ince ayrıntısına kadar…

Sonunda evimin en sevgili köşesi olan salondan bozma oturma odasına geldim. Elime Kuran’ı alıp aydınlatmanın dibinde olan üçlü koltuğa serildim. Daha fazla zaman kaybetmeden kitabı açtım. İlk sayfalarında birkaç çeşit indeks vardı, indiriliş sırasına göre, diziliş sırasına göre, alfabetik sıraya göre.

 

Gelişme 29 – Yusuf’un Hikayesi

Önsöz okuma hastalığım vardır benim. Sanki o önsöz, kitabın yazarının bir çeşit ön ikramıydı ve ben onu beğenmezsem kitabı da beğenmem gibi… Fakat burada farklı bir durum vardı, kitabın yazarı Tanrıydı… Buradaki önsöz ise sadece kitabın çevirmenine aitti ve şöyle başlıyordu:

“Hamd olsun o Allah’a ki Kuran’ı insanlık dünyasına indirdi.”

Bu kadar yeter, nasıl olsa önsöz yazara ait değil. Üstelik beni deli olmaktan kurtaracak hikâyeyi okumak için sabırsızlanıyorum. Böyle cilalı reklam sözleriyle beynimi hiç oyalayamam.

Sayfa iki yüz on dördü açtım ve işte karşımda Yusuf!

Tamamen Türkçe yazılardan oluşan ve Arapça yazılardan arındırılmış olan bu kitap, bana sırf bu yüzden sevimli geldi. Gözümün önünde bilmediğim, anlamadığım harflerin olması beni tedirgin ederdi, babannemin sabah akşam Kuran okurken baktığı o sayfaları hatırladım da…

Neyse…
On iki paraf elli üçüncü sure diyor Yusuf Suresi başlığının altında. Natali sanki bap gibi bir şey demişti buna ama sorun değil. İster sure olsun ister bap, benim için bir ayrıntı bile değildi bu, neden kafamı böyle gereksiz ayrıntılara takıyorum ki?

Bir rakamının yanında “Elif, Lam, Ra” yazıyordu ve numaralarla birlikte cümleler devam ediyordu.

“O, apaçık, aydınlık bir kitabın ayetleridir.”

Elif, Lam, Ra sahiden de yeteri kadar açık sayın Tanrı… Üstelik o kadar aydınlık ki neredeyse odamdaki lambaları kapatıp bu kitabın ışığıyla okumaya devam edeceğim…

Derhal kitabı kapattım. Kendime kızabildiğim kadar kızdım! Bütün bu saçmalıklar için koca bir günümü heba etmiştim! Ne için?

Yok Kuranmış, yok rüyaymış, yok Tanrı konuşmak istiyormuş! Daha da neler!

Bu kitap bana ne verebilir?
Bana ne anlatabilir?
Tanrı bana o güne kadar kulaklarını neden tıkadığını mı anlatacak yoksa?

Geç bunları geç!

Kitabı koltuğun üzerine bırakıp, sıcacık yatağıma gidip yatıp uyudum.

 

Gelişme 30 – Yusuf’un Hikayesi

Uyudum diyorum ama uyumamışım.

Yeni bir rüya görmemek için son günlerde kendimi uyanık tutmaya zorladığımdan olsa gerek, dalıp dalıp gözlerimi açıyordum. Böyle uyumaya henüz alışamadığımdan doğrulup yatağımın ortasında oturdum bir süreliğine. Programlanmış gibi hareket ettim daha sonra… Ayaklarım kendiliğinden salona doğru gitti, bedenim kendiliğinden aydınlatmanın altındaki koltuğa uzandı. Ellerim, koltuğun üzerine bıraktığım Kuran’ı aldı. Gözlerim, okumaya başladı.

İşte bu, bendim!

Saçma da olsa, bir sorunu mutlaka dibine kadar sorgulardım. Çözmeye çalışırdım. Bütün gün Yusuf Yusuf diye dolaştıktan sonra kıçımı devirip yatamazdım; işte bu, bendim!

Daha ilk satırlarda Tanrı, pat diye Yusuf’un gördüğü rüya ile hikâyeye başlamış. Anladığım kadarıyla Yusuf’un kardeşleriyle arası iyi değilmiş ya da kardeşlerinin Yusuf’la arası yokmuş. Sonuçta anlaşamıyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok; ilahi bir durum da değil bu. Keza ben de kardeşlerimle anlaşamam. Hatta öyle ki yüzlerini hatırlamakta zorlanırım. Her neyse… Devam edip okudum hikâyeyi.

Ne korkunç! Kardeşleri Yusuf’u öldürmek istemiş! Bu istekle götürüp bir kuyuya atmışlar ve arkalarına bakmadan çekip gitmişler! Bir de eve gittiklerinde hiçbir şey olmamış gibi konuşmuşlar resmen! Şu yüzsüzlüğe bak!

Neden bu kadar sinirleniyorum? Ne vardı bunda? Benim kardeşlerim de yalancıydı! İnkârcıydı! Her neyse, geçmişi kapat Züleyha! Olanları unut Züleyha! Oku şu hikâyeyi ve muammayı erkenden çöz, bitsin!

Evet, Natali’nin bahsettiği şu tüccarlar girdi sahneye. Yusuf’u kuyudan çıkarıp yaptıkları iyiliğin karşılığını almak için de köle olarak para kazanmak için sattılar onu! Aman ne güzel! Yusuf, bir hizmetçi oldu! Satılmışlığın ödülü buydu!

Aslında Yusuf, babasının evinde büyük ihtimalle çok da önemli bir mertebede değildi; bu yüzden köle olmanın ona çok da ağır geleceğini sanmıyorum. Yani sakıncası yoktur gibime geldi… Belki de vardır… Bilmiyorum, bir iddiada bulunamayacak kadar hayata yenilmiş biriyim ben.

Fakat “para için” satılmışlık duygusu…

Bir köleye bile ağır gelir bu…

Ederi ne olursa olsun, sonuçta bir insanın değeri karşısında beş kuruş olan o para için satılmak…

 

Gelişme 31 – Yusuf’un Hikayesi

O günler aklıma gelip gelip gidiyordu elimde olmadan…
Şu Yusuf kelimesi hayatıma girdiğinden beri böyle oluyordu!

Oysaki…

Kapatmıştım defterleri!
Kaldırmıştım geçmişin deflerini!
Ne okunabilirdi ne çalınabilirdi geçmişim!
Silmiştim!
Atmıştım!
Yok etmiştim!

Unutmuştum hepsinden en önemlisi!

Peki, şimdi ne oluyor da gidip gidip geliyor aklım mazime?
Neler oluyor?

Evet, tabi; beş kuruşa satılmışlığın öyküsünü okuyorum ben! Çok tanıdık geliyor bunlar bana! Keza paranın dayanılmaz cazibesine karşı duramayan insanlarla hayata başlamıştım! Sahip oldukları yeteneğe dayalı olarak, paranın kokusu ardı sıra giderken beni, günün her saati her önüne gelene satmayı ihmal etmeyen insanlar!

Aile diyor başkaları o insanlar için! Ben ise hiçbir şey…

Kutsallığıyla meşhur şu aile denilen kurumun, paranın karşısında nasıl da kırk takla attığını gözlerimle görmüş biri olarak, hayattan soğumuşluğumu kendime çok görmüyordum.

Sayelerinde mutsuzdum…
Gerek varlıklarıyla, gerek yokluklarıyla…

Evet, biliyordum hâlâ daha mutsuz ve soğuk bir insan olduğumu. Ekmek kazanıyor olmanın, lüks seyahat edebiliyor olmanın mutluluk değil sadece rahatlık olduğunu da gayet iyi anlamıştım…

Ancak elimden daha fazlası gelmiyordu.

Ben en fazla, beni mutsuz eden şeyleri hayatımdan çıkarabiliyordum.
Beni mutlu eden şeyleri ise her nedense bir türlü bulamıyordum.

 

Gelişme 32 – Yusuf’un Hikayesi

Gözlerim nemlenmişti… Bu konu, her zaman burnumun direğini sızlatır…

İnsanlar bir Tanrıları hakkında, bir de aileleri hakkında doğru duyguları konuşamaz; kendi kendisiyle bile…

Hep sevdiklerini söylerler. Onlar için canlarını vereceklerini söylerler…

Ben ise daha fazlasını yapmıştım. Her ikisine de ömrümü adadım dersem, pek yalan olmaz. Bilenler bilir, bilmeyenler hiç de umurumda olmadı. Bir gün bile, bir saniye bile…

Fakat Tanrıya olan kırgınlığımın geçmişi, elimde kalan ihanetlerle başlar.
Tanrıya olan inancımın sarsılması da savrulup durduğum fırtınalı duygularla…
İstediğim o ailenin bir parçası olmaktı, daha fazla bir şey değil. Olmadı…

Ailenin yeni bireyleri bile onlardan aldıkları cesaretle, parmakları havada beni sorgular hale gelmişti…

Ve o gün…
İşte o günkü konuşma…
Kulaklarımı bugün bile çınlatır!

Konuşma esnasında sessizce yanlarına gittim… Öylece kaldılar… Boş boş yüzüme baktılar…

“Sizi duydum…” diyebildim…

Validenin sözleri çok daha ilginçti:
“Sanki duyduğunu bilmiyorum! Hem duysan ne olur ki? Sen busun işte!”

“Bilmem, belki üzülürüm…” diyebildim…Sonra odama gittim. Birkaç kitap aldım yanıma ve evi terk ettim…
Birçok şey söylediler ardımdan, gitme gibi, dur gibi… Donuk ve korkmuş bakışlarla…

Bir an onlara baktım…
Nasıl mı?

Yusuf’un hastane koridorunda Natali’nin omzuna çenesini dayayıp düşüşümü seyrederken baktığı gibi…

Çok kırılmıştım kendime o an…
Çok da üzülmüştüm…
Demek beni üzecek sözleri şu kutsallığıyla meşhur “anne” denilen kişi, bile bile söyleyebiliyordu…
Üstelik o derece ağır sözler…

Kalbim, o gün acıdığı kadar hiç acımadı bir daha…
Çünkü benim “aile” dediğim birileri, hayatımda bir daha hiç olmadı…

 

Gelişme 33 – Yusuf’un Hikayesi

Şu rakımı yüksek sancılar…

Ne çok acıtıyor canımı…
Ve gözlerim nasıl da hep yenik düşüyor…

Aniden…
Tüm bedenim sızlıyor gibi bir şeyler…

Sonrası gözyaşı, yalnızlık, mutsuzluk…

Unut Züleyha!

Sayfaları çevirmeye devam ettim. Yusuf, satıldığı evde iftiraya uğradı bir şehvet uğruna… Güzelliği dillere destan olan Yusuf, evin hanımının aklını başından aldı…

Ah şu güzellik! Ne büyük bir bela!
İçi dışından daha çirkin olanların namlusu hep güzellere çevrilidir ve güzeller, dünyanın çirkinliklerinin faturasını öder!

İftiraya uğrarlar!
Yalnız bırakılırlar!
Dipten dipe çıkarılsalar köşeden köşeye sokulmaktan asla kurtulamazlar!
Becerikli yalancıların hedeflerine oturmuşlardır ve hiç de haberleri yokken üstelik!

Allah çirkin şansı versin diyenler, aslında güzellere dünyayı dar edenlerin ta kendileridir!

Demek bir peygamber bile olsa, güzelliğin lanetinden kurtulamıyormuş insan…O zaman benim yaşadıklarım son derece normalmiş…Ben bilmiyordum sanki karizmatik bir kartvizitle bilmem hangi plazada deri bir koltukta kalem çevirip ekibine “şunu yapın, bunu yapın” diyen bir müdür olmayı…

Olmadım. Nedeni sadece güzellik…
Hepsi bu…

Kadınların birbirlerine olan kini, erkeklerin şehvet tutkuları…

Unut Züleyha!

Ve Yusuf, uğradığı iftira yüzünden zindana atılacak. Yusuf dua ediyor “bunların beni davet ettiklerindense zindana gitmeyi tercih ederim” ve Tanrı şip şak bir hızla onun duasını kabul ediyor.

Eh! Bir peygamber olmadığım için dualarım şip şak kabul edilmedi hiçbir zaman belki ama gittiğim yol Yusuf’unkiyle aynıydı. Okulu bitirdikten sonra kısa kısa çalıştığım yerlerden istifa ederken hep şunu söyledim:

“Bu pislikle aynı yerde olmaktansa çöplükte olmayı tercih ederim!”

Bir dakika…
Bir dakika…
Neler oluyor?

Şu Peygamber Yusuf…
Sahiden de şu Yusuf Hikayesi!

Neden bu kadar çok benziyor bana?Yoksa?
Yoksa bu rüya da mı doğru?

Sahiden de bende Yusuf’un Hikâyesi mi yazılı?

AMAN ALLAHIM!

 

Gelişme 34 – Yusuf’un Hikayesi

İyi ki uyumamışım!

Kendimi uykuya verip yeni bir kâbuslu gece geçireceğime, kabuslarıma sebep olan şu Yusuf’u çözmeye çalıştığımı hissetmek, bir anlık da olsa içime bir ferahlık serpiştirdi.

İşte! Düğüm çözülüyordu!

Karnımdan bir iplik yumağı açılır gibi hissettim.
İpin ucu açığa çıkmıştı!

Belki saçmaydı ama sonuçta bir çözümdü!
Dedim ya, saçma bile olsa ben, sorunu çözmeden rahat edemem.

İşte, rahatlıyordum yavaş yavaş…Demek benim hayatım sahiden de peygamber Yusuf’un hayatıyla benzeşiyordu! Boşu boşuna gitmişim küçük Yusuf’un peşinden!

Boşuna mı?

Bak burada yanılıyor olmalıyım, çünkü küçük Yusuf’un peşinden gitmeseydim Natali bana bir Kuran hediye etmeyecekti. Daha da ötesi, Yusuf adında bir hikaye olduğunu bile bilmeyecektim!

Her neyse, o kadar önemli değildi bu durum benim için. Kendimi Yusuf’un Hikayesi’nin akışına bıraktım. Gelecekte beni bekleyecek olayları bir kahinin ağzından dinleyen aptal bir genç kız gibi… Tırnaklarımı dişlerimin arasında sıkıştıra sıkıştıra yeni satırları okudum, hem de bir çırpıda!

Yusuf, uzun süre zindanda kaldı. Bak sen, ne kadar uzun süre kalmış bilmiyorum ama Natali’nin refakat ettiği yaşlı adamcağız tam da bu sırada can vermişti değil mi?

KENDİNİ TUT ZÜLEYHA! Ölüm fikri bir günde üç kere aklına gelmez normal bir insanın!

Yusuf’un zavallı zindan arkadaşları var. Biri çok daha zavallı, çünkü ölüyor. Biri biraz şanslı, kralın hizmetçisi de olsa sonuçta ölümden kurtuluyor…Hizmetçiliğe şans mı dedim? Evet öyle dedim, kaldı ki Yusuf hizmetçi olduğu zaman küçümsemiştim…

Demek ki hizmetçilik söz konusu olsa bile, yaşamak en güzeli…

Her neyse, aklımı neden hep böyle ileri geri fikirlerle bulandırıyorum ben?

Yusuf, hizmetçi tarafından da zindanda unutuldu ama öyle bir zamanlama oldu ki tam da kralın ona çok ihtiyacı olduğu anda Yusuf’a bilgisi için danışıldı.

Bilgi de ne bilgi ama! RÜYA İLMİ! Peh!

Musa denizleri yarıyordu hatırladığım kadarıyla, İsa ölüleri diriltiyordu. Yusuf’a bak! Rüya yorumluyor!
Yusuf’un diğer peygamberlerin yanında pek havalı olmadığını düşündüm…

Benim gibi…Diğerlerinin yanında…Önemsiz işlerle uğraşan bir tip…

Diğerleri, yani ailenin diğer fertleri önemli işlerle uğraşır; ya da böyle inanılmasını isterler ve inandırırlar etrafındaki insanları. Belki etraftaki insanlar da inanmak için basit üç beş sebebe ihtiyaç duyuyordur… Bilemem…

Benim de uğraştığım işlere bak; sanat; estetik, özgürlük…

Her neyse Züleyha! Sonuca bak sen! Kurtuldun o mutsuz ruhlardan ve kendi huzur dolu evinde, huzur dolu işinde günlük yaşamını sürdürüyorsun…

Mutlu musun?
Asla!

Neden?
Çünkü nasıl mutlu olunur, bilmiyorsun…

Geçmişin, mutsuz bir aile ile doldu ve geleceğin, o aile tarafından sökülüp alındı elinden…

Sen, nasıl mutlu olursun?

 

Gelişme 35 – Yusuf’un Hikayesi

Bornozum, nemli olmaktan vazgeçip iyice ıslak bir hale gelince soğukluk beni rahatsız etti. Aceleyle bir koşu gidip üzerime pamuklu pijamalarımı giyindim.

Aynı aceleyle koşarak gelip koltuğuma uzandım. Kaldığım yerden devam etmek gibi bir niyetim vardı ki kapımın zili çaldı.

Kapımın zili mi çaldı?

Evet evet, kapım zili çaldı! Hem de bu saatte!

Belki çok geç bir saat değildi ama kapımın çalınmasına alışık biri değilim…

Mercekten göz attım dışarıdaki kişiye, Natali’yi gördüğüme nedense pek şaşırmadım…Onunla birbirimizi çeken mıknatıslarımız vardı bizim, bundan artık çok emindim…

Kapının tüm kilitlerini büyük bir gürültüyle açtıktan sonra Natali’ye soğuk bir merhaba dedim.

Onun merhabası ise benimkinin aksine çok sıcaktı.
Elinde bir tabak vardı, içinde de bir şeyler… Ama ne olduğunu görmeyeyim diye üzerine bir peçete örtmüştü.

“Yusuf’un babası geldi. Bugün olanları konuştuk. Size minnettar olduğunu söyledi. Teşekkür etmek istediğini de söyledi. Bunun için sizi yarın sabah kahvaltı için evimize davet etti. Kabul ederseniz çok memnun olacağız Sayın Züleyha.”

Ne diyebilirdim bilmiyordum.
Bilmediğim için “Olur” dedim.

Elindeki tabağı bana uzattı, istediğini yine elde etmiş olmanın mutluluğu içinde ve gülümseyerek…

“Yusuf’un en sevdiği tatlıdır bisküvili çikolata. Başka bir şey diyorsunuz siz ama ben unuttum adını. Hani şöyle bisküvileri kırıp sıcak çikolatayla karıştırıp sonra donduruyoruz…”

Ben bile anladım neyden bahsettiğini, demek ki bu tatlı pek biliniyormuş, baksana Ruslar bile biliyor!

“Teşekkür ederim Natali, çok severim böyle hafif tatlıları. Eminim yemeklerin kadar güzeldir yaptığın tatlı da…”

Akşamın o saatinde ancak o kadar kibar olabiliyordum. Yapabileceğimin en iyisiydi bence, Natali ise dünyanın en güzel iltifatını almış gibi sevinmişti. Bana aldırdığı filan yoktu aslında, bunu o an fark ettim. Natali, mutlu bir kadındı ve ne olursa olsun bunu sürdürüyordu. Benim mutsuzluğumu sürdürmem kadar anlamsız ve gereksiz bir şeydi bu…

“Yarın kahvaltıya sizi saat onda bekliyor olacağız Sayın Züleyha. Sakıncası yoksa tabi.”

Yok hayır efendim, ne sakıncası olacak? Burnumu birden bire hayatına soktum, sen de beni bunun için elinden gelen en nazik şekilde cezalandırıyorsun! Hastaneye gitmeler, yemek yemeler, kahvaltı etmeler! Saatini bile belirlemiş üstelik!

“A! Sanırım bir sakıncası yok ama tabi gecikirsem şimdiden affınıza sığınmak isterim.”

“Tabi tabi! Biz sizi kahvaltı için bekliyor olacağız! Ağzımıza bir zeytin bile atmayız siz gelmeden!”

Psikolojik baskı diye buna derim! Böyle durumlarda genelde olduğu gibi kulaklarımda bir çınlama oldu. Kızmalı mıydım Natali’ye, sevinmeli miydim bu ilgisine bilemiyordum. Keza benle görüşmek istemediğini söylemişti, beni evinden ilk uğurladığında. Yusuf’a danışacakmışmış, ne kadar doğru bir şeymişmiş, düşünecekmişmiş…

Ama bakıyorum da hiç de düşünmemiş! Burnumun dibinde dolanıp duruyor hâlâ!
Gelişme 36 – Yusuf’un Hikayesi

Natali’nin mutluluğu artık gözüme batıyordu. Yoksunluk, böyle bir şeydi ve insanı kine yönlendiriyordu.

O güne kadar kimsede kıskandığım bir şey olmadı ama Natali, buhranlı günlerimde burnumun dibinde mutlu mutlu dolaşınca… Elimde olmadan… Onu kıskanıyordum…

Tıpkı çirkin kadınların, asla sahip olamayacağı bir güzellikle burunlarının dibinden geçtiğimde tısladıkladıkları gibi tıslayarak Natali’nin arkasından baktım. Dudaklarımdan sinsi sinsi birkaç kelime çıkıyordu ama ne dediğimi ben bile bilmiyordum. Sadece kinli sözler olduğuna şahidim.

Kapıyı gürültülü bir şekilde kilitledim. Ne yapacağımı bilemeden biraz durdum orada öylece… Sağıma baktım, soluma baktım… Yarı yarıya kapalı olan panjurlarımdan görebildiğim kadarıyla biraz da sokağa baktım. Işıklar vardı, renk renk. Büyüklü küçüklü ışıklar… Evlerden karanlık gökyüzüne doğru yakılan bu suni ışıklar, yıldızların parlaklığını söndürmeyi başarmıştı…Ama henüz güneşi bastıracak bir ışık icat edememişti insanoğlu…

Yine mi hüzne dalıyorum?

Ömrümün yarısı hüzünlü düşüncelerden oluşuyor zaten… Yıldızları göremediğimiz için tüm insanlık adına bile üzülen ben…Benim için üzülen bir Tanrı kulu var mı acaba?

Tabi ki yok! Çünkü ben yalnız biriyim ve bu benim kendi tercihim!
Şimdi hayatımda birilerinin olmayışına neden içerliyorum?

Saçlarımda bir hazine arar gibi hararetle kaşıdım diplerini. Sonra gidip koltuğa oturdum. Kuran’ı elime aldım. Hikâyeyi okumaya devam ettim.

Yusuf, zindandan çıktı. Hem de ne çıkış! Kralın yardımcısı oldu! Üstelik danışmanı gibi de bir şey! Talihe bak sen!

Ve asıl şu talihe bak ki; Yusuf’un kardeşleri de yeniden sahneye çıktı!

Yusuf’la yolları kesişti yeniden… Olaylar, olaylar, olaylar derken… Yusuf onlara kendini tanıttı. Sonra…
Sonrası tuhaf işte!

Onları affetti!

Yusuf!
Kralın adamı!
Ülkenin yöneticisi!
O kadar parası ve gücü var!
İstediği her şeyi yapabilir!
O kardeş bozuntularını tek tek yağlı kazığa oturtabilir!
Ama o ne yaptı?

Affetti!

Affetti evet!
Bu da yetmezmiş gibi bir de onlara sarayda yaşamaları için yer verdi!

Daha da neler!

 

Gelişme 37 – Yusuf’un Hikayesi

Öfkelenebildiğim kadar öfkelendim. Tuttuğum takım, ezeli rakibine yenilmiş gibi… Ektiğim fidan, rüzgârda devrilmiş gibi… Beslediğim kuş, tanımadığım biriyle kaçıp gitmiş gibi…
Öfkeden kuduruyordum!

Tabi ki yine Kuran’ı kapatıp bir kenara koydum!

Henüz daha Yusuf adlı sure bitmemişti. Okunacak yerler vardı ama ben dayanamamıştım. Mutfağa gidip zor anlar için sakladığım sigara paketimi aldım. Çok işime yarıyordu bu paket…

Dumanlı ruhuma, dumanlı bir arkadaş iyi geliyordu; yalan yok…

Mutfağın küçük balkonunda küçük bir masam vardı. Güzel, güneşli havalarda, haftasonu olduğunda çay içerdim orada. Bir de böyle öfkeme yenildiğim zamanlarda, sigara…

Sigaramı yakıp balkona çıktım. Pastel renkli bir kumaşla kaplı olan koltuğuma yerleştim. Baharın o dönemi için sıcak bir akşamüstüydü. Üzerime bir hırka alma gereği bile duymamıştım.

Sigaramı küllüğe koyup etrafa bakınmaya devam ettim. Özellikle baktığım bir yer yoktu. Baktığım yerlerden çıkardığım bir sonuç da yoktu. Boş boş bir bakınmaydı benimkisi… Yine maziye dalacak gibi bir halim vardı. Sigaram, mazimle aramızdaki yangındı.

Şiddetle karşı çıkıyordum beynimin geçmişe yönelik ziyaretine… İzin vermiyordum…

Ama olmadı…

Yaşadıklarım yine aklıma gelmişti işte.
Kardeşlerime duyduğum öfke, gözümden kıvılcımlar saçarak çıkan bir nefretin sadece küçük bir parçasıydı. Onlar için iyi hislerimi uzun zaman önce kaybetmiştim. Benim kötü şeyler yaşamamı içten içe istediklerini çok iyi bildiğim halde, başbaşa kaldığımızda konuştukları sözler o duygularına rehber olduğu halde, başkalarının yanında karşıma geçip benim iyiliğim için onu yaptıklarını, bunu konuştuklarını söyleyebiliyorlardı. Etrafa düşünceli kardeş izlenimi verebiliyorlardı, hiç utanmadan! İnsanlar da onlara inanıyordu…

En çok da buna sinir oluyordum.

Böyle yalancılar, nedense hep tribüne oynardı! Daha da önemlisi, o koca kalabalığı nasıl coşturacağını çok da iyi bilirlerdi!

Ben bilmezdim tribüne yüzümü dönüp coşku vermeyi… Bilmezdim, insanları taraftar haline getirmeyi… Zaten o kadar insanın hayatımızda ne işi vardı? Biz bir aile değil miydik? Yaşadıklarımız içeride başka, dışarıda başka olduktan sonra….
Aile olmanın ne önemi vardı, taraftarın ne önemi vardı?

Hele hele pederle validenin amigoluk yaptığı bir ortamda nasıl çıldırmadım ben, hâlâ bilmiyorum. Ama hayır, Yusuf’un Hikâyesi’nde işte tam da burada yollarımız ayrılıyordu.

Ben, hiç kimseyi affetmek niyetinde değildim!

Gebersinler, sürünsünler, ölsünler, bitsinler! Zırnığım kadar umrumda değildi!

Ne oldukları beni ilgilendirmiyordu!

Ve geçmişimde bıraktıkları kanlı yaralardan tertemiz sıyrılıp çıkmalarına izin vermeyecektim!
Onları temize çıkarmayacaktım! Kimin gözünde ne olurlarsa olsunlar, benim gözümde bir caniydiler ve öyle kalacaktılar!

 

Gelişme 38 – Yusuf’un Hikayesi

Bir sigara daha yaktım. Bir tanesiyle içimdeki öfkeyi dindirememiştim.

Evlerin ışıkları yavaş yavaş sönmeye başlıyordu. Demek, uyku vakti gelip çatmış… Elbette ki Tanrı’nın konuşmak istemediği insanlara uyku serbestti. Ama ben Tanrı’nın konuşmak istediği biriydim ve uyku bana zehir edilmişti…

Al sana ilahi bir ödül!
Sanırım tanıştığımıza pek memnun olmadım…

Kendini bana bin türlü yolla anlatmaya çalışan bir Tanrı yerine Yunan döneminde kaslı, kıvırcık saçlı bir Tanrım olmasını yeğlerdim. Gerçekten de ben, neden o dönemlerde yaşamamıştım da şimdiki bu sıkıcı zamanda yaşamak mecburiyetinde bırakılmıştım?

Bunu ben hangi Tanrıya borçluydum?

Yunan kültürünün entellektüalitesinin ortalığı kırıp döktüğü o muhteşem zamanlardaki Tanrılarıma mı, yoksa şimdi benimle iletişim kurmaya çalışıp uykularımı rüyalarla bölen Tanrıya mı?

Önceki yaşam diye tutturdukları şeyde aslında benim hayatımdan memnun olmam gerekirmiş. Çünkü bugünün Tanrı anlayışı bana hitap etmiyordu. Geçmişteki Tanrımdan memnun olmam gerekiyordu…

Peki, o zaman benim bu yüzyılda ne işim vardı?

Evet evet! Sahiden de ben, neden bu yüzyılda yaşıyordum? Hiçbir şeyi bana hitap etmiyorken üstelik!

Ben böyle yüksek binaları sevmem!
Oyuncak gibi görünen evleri de sevmem!
Yapay çimlendirme ile süslenmiş bahçeleri de sevmem!
Elektrik ile aydınlanan yerleri de sevmem!
Akşam olunca yıldızları seyretmek isterim doyasıya, tahta pervazların kokusunu içime çeke çeke perdemi aralayıp bakmak isterim yaban otlarıyla haşır neşir olmuş bahçeme…

Evimin kapıları gıcırdasın isterim, tahtaları birbirine sürttükçe… Karıncalar dolaşsın isterim mutfak tezgâhımda, kıçlarını kıvıra kıvıra ekmek kırıntıları taşısın ve ben onları seyredeyim isterim. Ne güvenlik olsun isterim kapımda, ne zilim… Tavşanlar koşsun benden habersiz sağımda solumda…

Evet evet! Ben kesin olarak geçmişte yaşamış biriydim ve kesin olarak mutlu biriydim! Bunca mutsuzluğumu da sanırım milenyumda yaşıyor olmama borçluydum!

O halde önceki yaşam dedikleri şey de ne oluyordu?

Buyur buradan yak!

Reenkarnasyona da mı burnumu sokuyordum?
Her gece türlü türlü belayı başıma üşüştürmeyi nasıl da başarıyordum?
Demek reenkarnasyon…Sigaramı aceleyle bitirip, dudaklarım son nefesin hırsından yanıncaya kadar içime çekip ve küllüğe izmaritini bastırdıktan sonra salona koştum. Hemen dizüstü bilgisayarımı açıp bir araştırma yaptım. Arama motoruna tek kelime yazdım:

REENKARNASYON!

 

Gelişme 39 – Yusuf’un Hikayesi

İki yüz otuz beş bin adet sonuç bulundu. Gözüme kestirdiğim birkaç tanesini okuyup bilgilerimi tazeledim. Evet, ben bu konuyu biliyormuşum.

Ruh göçü denilen olay, sittin seneden beri milletin beynini kurcalayan bir konu olmuş. Aynı ideolojiye sahip insanlar bile bu yüzden ikiye ayrılmış. Yahudiler, Hristiyanlar ve son olarak Müslümanlar…

Kâh inanmışlar, kâh inanmamışlar… Ancak hiçbiri Yunanlı Pisagor kadar iddialı olmamış. Adam resmen, önceki hayatımı hatırlıyorum demiş!

Tabi! Ben dün ne yediğimi zor hatırlarsam bu işi çözmem imkânsız gibi olabilir! Ama adam, hafızasıyla konuyu bitirmiş!

“Hatırlıyorum, ben doğmadan önce yaşamıştım! Şu çeşmenin kenarında su içmiştim!” demiş ve Ruh Göçünü ispatlamış!

Ben hatırlayamıyordum ki ispat edeyim! Hatırlayabilsem abilerimin ve ebeveynlerimin bana yıllar boyunca yaptığı haksızlıkları hatırlardım ve geçip karşılarına tek tek sayardım! Ama hatırlamıyordum işte!

Unutuyordum!
Artık çok daha fazla üstelik…
Unutmadığım sadece konunun özüydü; yani genel hatlar… O da bana yetiyordu zaten…

Pisagorla aynı dönemde yaşayıp yaşamadığımı hatırlamak, göçmüş ruhum için fazlasıyla zor bir işti…

Madem dünümü hatırlamıyordum, madem önceki hayatımı hatırlamıyordum; neden durup durup dünyaya geliyordum yeni bir bebek olarak?

Ve sonra neden yaşlanıyordum salak gibi?

Nasıl olsa yeniden dünyaya gelme garantim var, neden yaşlanıyorum da küt diye otuzumda göçüp gitmiyorum?

Hayat, çok mu tatlı?
Bence hiç de değil…

Hatta son derece sinir bozucu…
Üç yüz sene boyunca ısıtıp ısıtıp aynı yemeği yemek bile tekrar tekrar dünyaya gelmekten daha zevklidir bence…

Neymiş ilahi ruhtan bir içeri giriyormuşuz, bir dışarı çıkıyormuşuz…
İyi de şu bahsedilen ilahi RUH, sınırı olmayan, zamandan ve mekândan münezzeh olan Tanrının kendisi değil mi?

Nasıl içine girip sonra dışına çıkıyoruz peki?
O halde söz konusu İlahi Ruh, Tanrının kitaplarında kendini tanıttığı RUH ile aynı değil…

Aman her neyse…
Ben o işin altından kalkmak için fazla unutkandım, boş verdim gitti. Nasıl olsa beni çok da fazla ilgilendiren bir konu değildi… Şayet yeniden ruhum dünyaya gelecektiyse bu konuları sonraki yaşamıma saklamak istedim…

O an, çözmem gereken bir hikaye vardı… Adı Yusuf ile başlayan…

Kaldırıp kenara koyduğum Kuran’ı yeniden elime aldım…
Yeniden Yusuf suresini açtım…
Kaldığım yerden devam edip okudum.

 

Gelişme 40 – Yusuf’un Hikayesi

“Andolsun, peygamberlerin hikâyelerinde aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret vardır. Bu Kuran, uydurulacak bir söz değildir.
Aksine önündekini tasdikleyici,
her şeyi detaylandırıcıdır. İnanan bir topluluk için de bir klavuz ve rahmettir.”

Ve sure bitti…
Bu kadar mı yani?

Evet, bu kadar! Daha ne olsun!

Sende Yusuf’un Hikâyesi yazılı diye bir not aldım rüyamda ve o hikâyenin gerçeğini okudum; yüzde yetmiş olarak benim hayatımla örtüşüyordu gerçekten de… Daha ne olsun?

Ne bekliyorduysam?
İyi de… Hani benim geleceğim?
Hani nasıl öleceğim?
Hani?.. Nerede benim beklentilerim?
Geçmişimi okumanın bana ne faydası oldu yani? Ya da geçmişimi en ince yönleriyle önüme sermekten ne anladın Sayın Tanrı?

Falcı kadınlar da bunu yapıyor?

Evet evet! Gidiyorsun, bir kahve içiyorsun, başlıyorlar sayıp dökmeye… Üstelik onlar gelecekte insanı nelerin beklediğini de söylüyor. Ama sen bakıyorum sadece geçmişimi önüme sermekle yetindin.

Haklısın, Yusuf’un Hikâyesi ile benim hikâyem örtüşüyor. Olaylara bakış açımız da benziyor… Rüyalar konusu da ilginç bir benzerlik; ikimiz de rüya görüyoruz gelecekle ilgili…

Bir dakika…

Sanırım şu son cümleyi biraz daha ince okumam gerekiyor.
“Peygamberlerin hikâyelerinde aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret vardır.”

Akıl ve gönül…

Hah! Akıl ve gönül iki ayrı uçtur Sayın Tanrı! Biri ak der, biri kara! Biri kal der, biri git! Biri dur der, biri koş!

Aklını ve gönlünü aynı anda kullanarak bir insan nasıl düşünebilir? Saçmalama!

Tamam tamam!… Kürekleri suya indiriyorum, senle savaşmaya niyetim yok. Sanırım bana gerçekten bir şeyler söylemeye çalışıyorsun ve ben Seni dinlemek istiyorum. Çünkü doğrusunu istersen, şovundan çok etkilendim…

Ama…

Benden ne istiyorsun?
Ve daha da önemlisi neden açık davranmıyorsun?

Açık derken… Yani tabi ki geç karşıma birlikte çay içip sigara tüttürüp geleceğimi konuşalım demiyorum ama ne bileyim… Rüyaları yorumlamama gerek kalmasın mesela… Açık açık konuş mesela… Sende Yusuf’un hikâyesi var diyeceğine, git şu Kuranı aç oku, orda Yusuf suresi var. İşte onunla senin yaşamın bak ne kadar benziyor, de.

Hem benziyor da ne oluyor?

Al işte, anladık! Peygamber Yusuf ile benim hayatım birbirine çok benziyormuş… Ne oldu şimdi? Yani işte söylemek istediğim tam da buydu! Bir peygamberle benim hayatımın benziyor olmasından ben ne sonuç çıkarmalıyım?

Dur bir dakika…

Yoksa ben önceki hayatımda Yusuf peygamber miydim?

Hadi canım sende!
Züleyha!

Beyninde hücre ölümleri gerçekleşiyor!

Git! Yat! Uyu! Yarın da kahvaltıya gecikme! Sonra da işe git! Bu işleri de bırak! Bunlar seni aşar!

Çabuk git yat, çabuk!

Aklımdan ve gönlümden aynı anda gelen bu sesi dinledim ve gidip yattım. Nevresimi burnuma kadar çekip, sabaha kadar uyudum.

 

Gelişme 41 – Yusuf’un Hikayesi

Uyudum dediysem sahiden de uyumuşum hem de öyle böyle değil. Demek ki insan geçmişte bile olsa bir peygamber olduğunu bilince böyle kuş gibi hafif hissediyormuş kendini…

Hadi oradan!
Peygambermiş!

Kendimle kavgamın bittiği gün sanırım huzur denen şeyle tanışacaktım. Oldu bitti böyleydim ben… Bir yanım şunu der bir yanım bunu, bir yanım şunu ister bir yanım bunu, bir yanım öyle bir yanım böyle… Şimdi de başıma bu işleri açtım. Evet evet! Ben kendim açtım! Yusufmuş, peygambermiş, reeankarnasyonmuş…

Gördük işte! Hiç de bir marifet yokmuş!

Ortak özelliklerimiz olan bir peygamber varmış ve adı Yusufmuş… Bu kadar…Hayatından örnek alacağım davranışlar varmışmış…

Bu konuda Sayın Tanrıya sitemliydim doğrusu, çünkü başıma gelmeden örnek verseydi çok daha iyi olurdu benim için…

Her neyse, sonuçta Tanrının başı hayli kalabalık… Sadece geçmiş defterleri şöyle bir karıştırayım diyecek olsa… Aman Allah! Benim örnek alacağım hikâyeye sıra gelinceye kadar biraz gecikme olması son derece normal…

Böyle bir ileri bir geri düşünürken bir şeyi fark ettim…

Tanrıyla arayı dizmişiz meğer…

Daha yirmi dört saat öncesine kadar kelimesi bile geçince veryansın eden ben artık Tanrıyla gayet de senli benli muhabbet ediyordum. Demek ki benim O’ndan beklediğim şey, sadece birazcık muhabbetmiş.

Altı üstü bir Yusufla tavladı beni, iyi mi!

Yine de kolay lokma olma niyetinde değildim. Derhal burnumu dikip şu kahvaltı meselesine yoğunlaştım. Reenakarnasyonu da, rüyaları da, Tanrıyı da biraz askıya almanın faydası olacaktı benim için…
Daha önce bir aileye kahvaltı için konuk olmadığımdan, üstüme ne giymem gerektiğini bilmiyordum. Bilmediğim için de rahat edeceğim türden bir kıyafet seçimi yaptım; bir eşofman, bir tişört ve bir baharlık hırka…

Cüzdanımı, askılıkta duran hali hazırdaki mini çantama koydum. Cep telefonumu yanıma almadım. Kapıya çıktım, gürültülü seslerle kapıyı kilitledim, anahtarı da mini çantama koyup Natali’nin dün akşam getirdiği tabakla birlikte kendimi onların evine götürdüm.

Kapıyı Natali açmalıydı, öyle bir beklentim varmış demek ki… Ama öyle olmadı. Kapıyı yakışıklı bir adam açtı. Yakışıklı dediysem, ciddi ciddi yakışıklı bir adam… Orta boylu, düzgün vücutlu, hatta biraz fazla düzgün vücutlu… Hatta çok çekici bir vücutlu adam… Açtı işte kapıyı. Küçük Yusuf’un babası olmalı diye düşündüm, sonra umarım bu o değildir diye düşündüm. Niye düşündüm bunu, tam olarak bilmiyorum. Biraz karışık duygular vardı o kısımda…

Beynim, adamın düzgün vücuduna takılıp kalmışken o bana başka bir dünyadan seslenir gibi bir şeyler söyledi. Yarısını duydum, yarısını duymadım veya yarısını anladım yarısını anlamadım gibi…

Kulaklarım çınlıyordu. Beynim uyuşuyordu. Kalbim çarpıyordu. Gözlerim fıldır fıldır dönüyordu. Yüzümde de hafif bir ateşlenme olmuştu… Ellerimi nereye koyacağımı bilemedim gibi bir haller oldu bana… Bir tür heyecan bastı, bir yandan korku gibi… Bir yandan bahane uydurup gitsem iyi olacak dedim içimden, bir yandan akşama kadar buradasın dedim, gibi…

Derken kendimi Küçük Yusufların evinin salonunda buldum.

Bir önceki gün Natali’nin ayağıma krem sürerken sere serpe uzandığım koltukta o an, annemin “taze kız sivri gelin” dediği tiplere yakışır bir biçimde, dimdik oturuyordum. Kendimi beğendirmeye çalışıyordum besbelli ama kime, onu o an pek ayrıştıramıyordum. Yusuf’un babası bir şeyler anlatıyordu. Sanırım babasıydı gerçekten…

Hay Allah! Adam evli!

Sana ne evliyse?
Kendimi acilen toplamam gerektiğine inandım. Biraz toparladım da…

“Kahvaltıda meyve suyu mu içerdiniz Sayın Züleyha, çay mı?”
“Çay lütfen!”

Hayatımda hiç bu kadar ince bir ses tonuyla “çay lütfen” dememiştim. Evet, kesin olarak kendimi Yusuf’un babasına beğendirmeye çalışıyordum. İyi de ben orta boylu adam sevmem ki…

Salondaki büyük masaya kurulmuş zarafet timsali sofraya kurulduk, paşalar gibi. Paşalar gibi dediysem, sahiden havamız yerindeydi. Hepimiz niye o kadar havalıydık bilmiyorum ama; Küçük Yusuf bile o gün pek bir havalıydı.

Önceki gün olduğu gibi yine yüzüme hiç bakmadı fakat o gün, o küçük suratında tuhaf bir gurur ifadesi yakaladım. Yusuf, babasının varlığıyla sümsük halinden çıkıp bir delikanlı havasına bürünmüştü. Anlaşılan, babasıyla gurur duyuyordu. Ne güzel…

Natali, servise başladı. Yusuf’un babası da konuşmaya…

“Dün akşam Nataliyle konuşurken gün içinde olanları anlattı bana her zaman olduğu gibi… Bakmayın oğlumuzdan uzakta yaşadığımıza; elimiz, kolumuz, kulağımız hep buradadır. Tabi ki Natali’nin sayesinde… Bize bu alışkanlığı o kazandırdı diyebilirim. Yani… Eskiden de tabi ki arayıp sorardık ama Natali bizim aramamızı pek beklemez. Akşam dokuz dedi mi Yusuf yatmadan önce mutlaka bizi arar ve gün içinde olanları birlikte anlatırlar. Küçük oğlumun burnunun kırıldığını duyunca ilk uçakla geldim. Size de teşekkür etmek istedim. Kahvaltı, teşekkür için biraz mütevazı oldu belki ama bir bayanı da hemen yemeğe davet etmek yakışık almaz diye düşündüm. Lütfen kusurumuza bakmayın.”

“Ne kusuru canım”, dedim. Gerisini getiremedim. Gülümsedim. Yusuf’un babası da bana gülümsedi. O arada adamın adını bilmediğimi fark ettim. Büyük ihtimalle benim aklımın şaştığı o anda kendini tanıttı ancak ben duymadım.

Duyamadım çünkü kulaklarım vızıldıyordu.

Güzel zeytinyağlılarla kahvaltımı yapmaya başladım. Tuhaf bir duygu vardı içimde “kendimi evimde gibi hissediyordum”.

Oysaki o güne kadar doğup büyüdüğüm ev de dâhil olmak üzere birkaç yıldır yaşadığım kendi evim haricinde hiçbir yerde rahat edememiş biriydim. Bin türlü allem kulem ile gelip yerleştiğim şu evdeki rahatlığıma ise bir anlam veremiyordum.

Neyse ki nazik ev sahibi beni kendimle fazla baş başa bırakmıyordu. O da Natali gibi “sohbeti yürüt” işini iyi yapıyordu.

“Natali bana, iç mimar olduğunuzu söyledi. Ne kadar güzel.”

Derhal eve alıcı gözle baktım. Yoksa yeni bir müşterim mi oluyordu?

“Evet!” dedim çarçabucak. “İç mimarım!”

 

Gelişme 42 – Yusuf’un Hikayesi

Yanılmışım, sadece iltifat edeceği bir meslekmiş benimkisi. Anlaşılan beyefendi evinin tasarımını yurtdışından birilerine yaptırıyor. Keza o an evi incelememden aldığım sonuç bana bunu fısıldıyordu. Çok önemsemedim… Yabancı hayranlığını da hayranlarını da sevmezdim…

Soğuk bir duş almışım gibi bir etkiyle haşlanmış yumurtanın üzerine kekik dökmekle meşgul oldum. Ama bu beni ısıtmadı. Ta ki Yusuf’un babası yeniden konuşuncaya kadar soğukluğum devam etti.

“Eminim aklınıza gelmiştir, neden Yusuf’un hem annesi hem babası yurtdışında yaşıyor? Haklısınız bunu düşünmekte…”

Aslında düşündüm evet ama kendimde bir hak aramamıştım, sadece düşünmüştüm. Hatta parayla ilgili olduğu sonucuna bile varmıştım.

“Ancak eşimle yurtdışında da ayrı şehirlerde yaşadığımız için hiç olmazsa oğlumuzun evimizde yaşamasını istedik.”

Demek eşiyle ayrı yaşıyor… Bak bu ilginçti işte…

“Evimizde, alışık olduğu bir ortamda ve çevrede büyümesi daha mantıklı geldi bize. Üstelik babannesi, anneannesi ve dedeleri de haftasonu oğlumuzla görüşme imkânı buluyor. Biz de elimizden geldiğince oğlumuzu görmek için evimize geliyoruz. Ama son zamanlarda arayı biraz açtığımız doğru. Neyse bunu da zaten telafi etmek niyetindeyiz.”

Bu sözlerden sonra gözlerinin içi gülerek oğluna şefkatle baktı. Yusuf da babasına baktı ama öfkeyle… Sonra da o tuhaf cümleyi söyledi…

“Annemi getirmediğin için seni affettim.”

Yusuf’un babası, kafasına martı çarpmış gibi ani bir hareket yaptı. Başını titretir gibi bir şeyler yaptı… Gözlerini kırpıştırdı… Heh, hüh gibi gülümsemeler yaptı ama Yusuf devam etti.

“Gelmesini istemiyorum. Natali benim annem olur.”

Demek Natali annen olur Yusuf! Olsun bakalım!

“Natali mi? Ah canım oğlum benim! Tabi ki Natali senin manevi annen! Biz ona çok güveniyoruz!”

Ama Yusuf’un babasını dinlediği yoktu. Natali’yi de umursamıyordu. Sanki Natali onun için bir malzemeydi… Hastanede de fark ettim bunu; kadın onun için o kadar çırpınırken Yusuf’ta en ufak bir duygu belirtisi yoktu. Bu sözleri söylerken de Natali’ye karşı yine aynı kayıtsızlığını sürdürüyordu.

Natali, bu sohbetin içine girmedi. Gülümsedi, çayları tazeledi ve yerine oturup zeytinlerini yedi.Yusuf’un babası ise oğluna bir konuşma yapmak üzere kendini hazırlıyordu ki bir telefon sesi duyuldu. Servis tabağının yanına koyduğu cep telefonu alan düzgün vücutlu adam, pamuk gibi beyaz ve tombul parmaklarıyla bir iki tuşa bastı. Sonra Natali’ye verdi.

“Natali, bundan sonra arayan olursa sen aç ve Atilla Bey henüz uyanmadı de, olur mu?”

“Elbette Atilla Bey,” diyen Natali cep telefonu kendi servis tabağının yanına koydu. Niye oraya koydu? Tabi ki çalınca açmak için, ama ben neden bu duruma gıcık oldum, bilmiyorum. Sanki benim servis tabağımın yanında dursaydı, telefon çalınca ona verseydim daha iyi olurdu gibi…

Ne saçmalıyordum ben?

“Yusuf’un Hikayesi’ni okudunuz mu Sayın Züleyha?”

Ah nihayet, can simidim geldi! Benim o anki ruhsal karmaşamdan sıyrılmam gerekiyordu. Tabi ki denize düşen yılana sarılır! Yusuf’un Hikayesi, çok da iç açıcı bir konu değildi ama en azından Atilla Bey’in vücuduna gözümün takılıp kalmasından daha iyi sayılırdı.

“Okudum evet. Ama galiba senin kadar etkilenmedim. Yine de çok teşekkür ederim o Kuran’ı bana hediye ettiğin için.”

“A! Birlikte Kuran mı okuyorsunuz siz kızlar? Neler oluyor?” diye şaka yaparak sohbete katıldı Atilla Bey. O ne zaman konuşsa, benim hiç konuşmayasım geliyordu. Dilim, damağıma yapışıp kalıyordu. Bademciklerim betonlaşıp, boğazımı tıkıyor gibi bir şey oluyordu. Üstelik çenem de kenetleniyordu.

“Ne güzel kızlar! Demek Kuran okuyorsunuz! Bana da bir yer verin, ben de orayı okuyayım!”

Natali güldü. İlginç, Atilla Bey’le arası gayet de iyi. Yoksa…
Sana ne bundan Züleyha! Sana ne! İşine bak sen, işine!

“Atilla Bey, öyle değil. Dün Sayın Züleyha ile tanışınca konuştuk biraz, eski hastamı anlattım. Kuran okuduğumu, Yusuf babının beni etkilediğini anlattım. O da merak etti. Hepsi bu.”

Hepsi bu değil Natali. Öncesi var, çok öncesi ama bunları sana asla anlatamam!

“Evet, aslında tam olarak böyle oldu, doğru söylüyor Natali. Yani birlikte bir okuma filan yapmıyoruz.”

“Yok, kızlar siz beni yanlış anladınız. Bilmiyor musunuz yoksa?”

Belli ki bilmiyoruz gibi bir ifade taşıyan bakışlarla bize “kızlar” diyip duran yakışıklı adama baktık ikimiz de.

“Anlaşıldı, bilmiyorsunuz. O zaman söyleyeyim, Kuran’ı böyle parça parça böler okurlar ve hatim indirirler.”

“Yani?” der gibi baktık bu defa…

“Yani” diye devam etti Atilla… “Kuran’ı baştan sona okumak Müslümanlıkta büyük sevaptır.”

“İyi de baştan sona kim okudu oluyor bu durumda?” diye sordu Natali. Atilla, kahkaha attı. E tabi o bize kızlar diyince, ben de ona Atilla demeye başladım içimden.

“Topyekun okumuş oluyorlar işte! O yüzden sevaba herkes dâhil oluyor!”

“Sevabı bölüyorlar o zaman…” dedi Natali… Neler de geliyor aklına, bak sen!

“Hah hah haaaa” diye uzun bir kahkaha attı Atilla. “Ne bileyim Natali!” dedi. “Sormak lazım!” dedi ve gülmeye devam etti. Sanırım karısıyla ilgili oğlunun artık konuşmamasına ve yeni bir konunun açılmasına son derece memnun olmuştu. Yoksa ne diye bu kadar gülsün ki…

O kadar gülünecek ne var ki?

 

Gelişme 43 – Yusuf’un Hikayesi
Sıcak ve soğuk arasında gidip gelen bir hava ile kahvaltımızın sonuna gelmiştik. Natali, Türk Kahvesi pişirmek için izin istedi. Yusuf, masayı erkenden terk etti. Atillayla ben baş başa kaldık.

Önce tabaklara baktık. Sonra çatallarla tabağımızda kalanları karıştırdık. Ben çay kaşığımla fincanımın kenarlarına hafifçe vurup ses çıkardım, nedense… Atilla ise serçe parmağıyla fincanın ağzında saat yönünde daireler çiziyordu. “Sohbeti yürüt” işini bu defa ben devraldım.

“Yusuf, çok sessiz bir çocuk…”

Atilla’nın bam teline basmış olmalıydım. Anında kaskatı kesildi. Yüzü mosmor oldu. Nefes almakta zorluk çektiğini görebiliyordum. En sonunda sırtını dimdik yapıp, sandalyesine yaslandı. Ellerini göğsünün üzerinde birbirine geçirip parmaklarını çıtlattı.

“Evet ve bu durumda yapabilecek bir şeyimizin olmaması ne kadar acı… Yusuf bizim tek çocuğumuz ve birbirimizi yediğimiz için eşimle yurtdışında yaşıyoruz. Oğlumuz bağrış çığrış içinde büyümesin istedik. Ancak… Bu defa da uzaklaştık… Yine de elimizden geldiğince sık sık uğruyoruz İstanbul’a ve oğlumuz bizi daha iyi karşılıyor. Önceden… İkimizden de nefret ederdi… Şimdilerdeyse sadece annesini suçluyor… Bilmiyorum niye… Aslına bakarsanız Züleyha Hanım, suç ikimizin… Biz, sevmeyi biraz unuttuk galiba…”

Ne hazin bir hikaye Yusuf açısından! Anne ve baba sevgisiyle büyümek, küçücük bir çocuğun en doğal hakkıdır oysaki… Evet, en doğal haktır bu ve bu haktan mahrum edilmiş bir çocuk…

İşte o zaman anlamıştım Küçük Yusuf’un soğukluğunu, umarsızlığını…

Ben de onun yaşlarındayken…
Ne anne sevgisi bilirdim ne baba…

Onlar kendi dünyalarında, kendi kavgalarındaydı…
Ben varmışım yokmuşum, kimin umrundaydı sanki?
Hatta yok olsaymışım daha iyi olurmuş gibi gelirdi bana…
Varlığım onlara bir yükmüş gibi gelirdi…

O yükü hafifletmek için, bir işe yaradığımı onlara göstermek için ne yırttım kendimi ne yırttım…
Ama…

Olmayınca olmuyor işte…
Fazlaysan fazlasın…

Sevilmiyorsan sevilmiyorsun…
İstersen ağzınla kuş tut!

Oysaki bu öfkeyi çok iyi tanırdım ben, çok iyi bilirdim… Nasıl oldu da anlayamadım?
Hayret!

“Yusuf’un sessizliği aslında hayra alamet değil Züleyha Hanım. Doktorumuzun dediğine göre şimdilerde o bir bulut ve yağmur topluyor… Daha sonra topladığı o yağmuru üstümüze yağdıracak… Yani büyüdüğü zaman… Bize hesap soracak… Yusuf… Benim güzel yavrum… Bir aile veremedim ona…”

Demek Yusuf da benim gibi bir aileye sahip olamadığının öfkesini yaşarken babası da ona bir aile veremediğinin sancısını yaşıyordu. Acaba benim babam da… Yo hayır! Hiç sanmıyorum! O, hayatımda tanıdığım en bencil insandır! Hiç sanmıyorum ki böyle bir endişesi olsun! O, varsa yoksa “en doğru benim!” sloganıyla ortalarda dolaşsın… Hayır, hayır! Hiç sanmıyorum benden yana, iyiliğim için bir endişesi olduğunu asla düşünmüyorum!

“Eşimle boşanmaya karar verdik, hem de birçok defa… Ama Yusuf için her defasında bu karardan vazgeçtik. Yurtdışında yaşama alternatifi bizim için daha iyi bir seçenek gibi geldi. Fakat Yusuf bizim yurtdışına iş için gitmediğimizi anlayacak kadar hassas bir çocuk.”

Bütün çocuklar hassastır. Değilse onda bir sorun vardır.
Kardeşlerimin de beni hep böyle suçladığını hatırlarım. “Her şeyi kafasına takıyor bu da!”

Takıyordum evet, doğru! Çünkü takılacak haksızlıklar vardı ortada! Onlar her zaman iyiydi, güzeldi, hoştu. Üstelik hiçbir şey yapmadıkları halde! Ben kötüydüm, çirkindim, fazlalıktım! Üstelik kendimi parçaladığım halde! Sonra “kafasına taktı” oluyordu!

Yusuf’un hassas olması kadar doğal bir şey olamaz! Küçücük bir çocuk, anne ve babası didişirken hassas olmayıp da acaba daha başka ne olabilirdi?

“Amaaan boş ver yesinler birbirlerini!” mi demeliydi o yaştaki bir çocuk, yoksa işte böyle küsüp içine mi kapanmalıydı? Tabi ki ikincisi doğru olanıydı, o da bunu yapmıştı…. En azından daha insanî, daha vicdanlı bir duruş bu…

Yusuf’u öpesim geldi. Sarılasım geldi ona… Her nedense sarılıp sarılıp bağrıma basasım geldi ama ben Yusuf’un umrunda değildim…

Aslında ben, hiç kimsenin umrunda değildim…

Evet, bu benim marifetimdi. Ben istedim herkesten uzak durmayı ama… Görünen o ki; mazi yakamı bırakmaya niyetli değildi.

Belki bunda Tanrının bile parmağı vardır.

Yusuf’un Hikayesi’yle geçmişimi önüme serdiğine göre…
YUSUF’UN HİKAYESİ – Gelişme 44

Yavaş yavaş sanki anlıyor gibiydim; Tanrı benimle konuşmak istemiyordu. Tanrı bana, beni anlatmak istiyordu. Yani yardım etmek istiyordu sadece…

Geçmişte açılan ve bir türlü kapanmak nedir bilmeyen yaralarıma çare bulmak istiyordu!

Anlamıştım…
Veya anladığımı sanıyordum.

Küçük Yusuf, benim çocukluktan gelen öfkemin bir aynasıydı. Peygamber Yusuf ise yakın geçmişimdeki olayların bir tür aynasıydı…

Yani… Ben bir peygamber değildim!
Oh! Çok şükür! Neredeyse kafayı sıyırdığıma inanmaya başlayacaktım!

Çok şükür!

İşler, en nihayetinde mantıklı bir çerçeveye oturmaya başlamıştı!

Geçmiş zamanlardan herhangi biriyle ruhen bir ilgim yoktu… Ben bir peygamber değildim, o peygamber de ben değildi…

Çok şükür!

Biz, durup durup dünyaya gelmiyorduk… Tekrarlanan şey ruhlar değil, sadece hikâyelerdi…Yani…
Yani reenkarnasyon dedikleri şey…Neydi şu söz? Yusuf suresinin sonunda ne diyordu Tanrı?

“Andolsun, peygamberlerin hikâyelerinde aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret vardır.”

Evet, evet! Sonunda anlamıştım!

HAYAT, KENDİNİ TEKRAR EDEN BİR HİKÂYEydi sadece! Tekrarlanan sadece hikâyeydi! Kişiler veya ruhlar değil!

Eğer reenkarnasyon fikri doğru olsaydı benim geçmişte peygamber Yusuf olmam kadar Küçük Yusuf da olmam gerekiyordu! Ama değildim işte! O ayrı biriydi, ben ayrı biriydim ve ikimiz de gözgöze bakabilecek kadar iki ayrı gerçektik!

TAMAM!
Her şey rayına oturmuştu!
Çocukluğuma göz atmak istiyorduysam Küçük Yusuf’u çok iyi gözlemlemem gerekiyordu!
Yakın geçmişime tarafsızca göz atmak istiyorsam Yusuf’un Hikâyesini incelemem gerekiyordu!
Akıl ve gönül ile birlikte hem de!
Yani hem mantığımı kullanmalıydım, hem duygularımı…
Ve aklın bu hikâyedeki temsili Peygamber Yusuf, gönlün yani duyguların temsili ise Küçük Yusuf’tu!

EVET!
Ne diyordu Tanrı?

“Aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret var!”

İşte anahtar bu!
BULDUM!

“Efendim?”
Atilla’yla göz göze geldik. Bana bir şey mi demişti?

“Efendim?” diye sordum ona. Boş boş bir ifadeyle bana sordu: “Buldum dediniz de ona efendim dedim” dedi.

Öyle mi? Demek durumum o kadar vahimdi! Demek içten düşünürken dıştan ne düşündüğümü belli edecek kadar kendimde değildim! Ama bu durum, hiç de önemli değildi! Haftalardır beynimi kemiren rüyaların, Yusuf’un Hikâyesi’nin sebebini çözmüştüm!

Tabi ya! Tanrı bana önce kendini tanıtmıştı rüyalarla! Sözünün doğruluğunu ispat etmişti! Söyleyeceği sözün inandırıcılığını sağlamıştı! Yoksa derdi kehanet değildi! Beni bir medyuma çevirmek gibi bir niyeti de yoktu!

Tanımadığım insanları bana önceden söylemesi, bilmediğim mekânları bana göstermesi tam anlamıyla bir şovdu!

Oh! Çok şükür!

Sonunda anlamaya başlıyordum!

Mesele tamamen bendim!
Anlaşılan o ki; kendimi yiyip durmama Tanrının gönlü razı olmamış!

Ne hoş!
Beni düşünen biri var!
Üstelik bu bir Tanrı!

Ne kadar güzel!

Gözlerimden arsızca süzülen yaşları sağ elimin baş parmağıyla alırken Atilla’ya cevap verdim:

“İnsanın bir Tanrısının olması ne kadar güzel değil mi?”
YUSUF’UN HİKAYESİ – Gelişme 45

Evet… Tabi… Tanrının varlığı güzeldir…”

Atilla, boş bir ifadeyle yüzüme baktı. Ben ise gülümsüyordum. Hatta öyle bir gülümsüyordum ki o an gözlerimin ışıldadığını bile düşünüyordum. Çünkü…

Her şeyden önce uzun zamandan beri beni gerçekten düşünen birinin varlığını hissetmemiştim.
Sonra… Yine bir sorunu çözmüştüm…
Sonra…Evet, en önemlisi de buydu; ben uzun zamandan beri böyle içten gelen bir gülümsemeyi bütün benliğimle hissetmemiştim.

Dudaklarım, yıllardır birilerine tebessüm ederdi ama bu hep mecburiyettendi. Bir garsona da bir arkadaşa da aynı seviyeden tebessüm eden dudaklarım, içten bir gülümsemeye uzun zaman önce veda etmişti.

Oysa o an gülebildiğimi iliklerime kadar hissediyordum. Ama bu içten gelen gülümsemenin bende şok etkisi yaratacağından korkuyor olmalıydım ki bir yandan da işi abartmamaya çalışıyordum.
İçim kıpır kıpırdı ama ben hafif bir gülücükle yetiniyordum.

Oysa…
Oysa…

“Aaaa… Evet… Tabi… Tanrının varlığı güzeldir…”

Atilla, bir anda ortaya çıkan bu garip duruma mantıklı bir açıklama getirmeye çalışıyordu. Ama bu, umrumda bile değildi. Sorunu çözmüştüm! Belki tamamen değil ama en azından genel olarak konuyu anlamıştım. Bundan sonrası benim için çorap söküğü gibi olacaktı; ipi ucundan çek, o da usulca çözülüversin…

“Atilla Bey, uzun zamandan beri aklımı kurcalayan bir soruyla uğraşıyor beynim. Sesli düşündüğüm için özür dilerim. Ama haklısınız, gerçekten de Tanrının varlığı oldukça güzel bir şey…”

Atilla, hiç görmediği bir uğur böceği türünü görmüş gibi yüzüme baktı. Gözlerimin içine…O kadar çok derinlerde bir yerlere baktı ki, üşüdüm…

“Züleyha Hanım… Sizin çok farklı bir havanız var. İnsanı korkutan bir soğukluk… Ama bunun yanında da gözleri esir eden bir güzellik… Fakat hepsinden önemlisi… Bir sır… Bir gizem…”

Bu sözler bana hiç de yabancı değildi. Arkamdan sürekli tekrar edilip dururdu:

Dik kafalı, kendini beğenmiş, soğuk nevale, güzelliğine fazla güveniyor, kendini akıllı sanıyor…

Evet, bu sözler benim çok sık duyduğum ifadelerdi. Gizem konusu da bunlardan sonra gelen bir diğer eleştiriydi.

“Haklısınız Atilla Bey, gizemli olduğum doğrudur. Bunu çok sık duyuyorum.”

Atilla, omuzlarını ileri geri hareket ettirerek yerinde biraz kımıldandı. Benimle ne şekilde bir muhabbet edebileceğini kestirmeye çalışıyordu. Ona yardım ettim.

“Lisedeyken edebiyat öğretmenimiz bizden bir konu üzerinde kompozisyon yazmamızı istemişti. Bu bir atasözüydü ve şöyleydi: Zirvelerde hem yılana hem de kuşa rastlayabilirsiniz. Biri uçarak, biri sürünerek oraya gelmiştir. Hiç unutmuyorum bu sözü, çok da güzel bir kompozisyon yazmıştım. Doğrusu ben böyleyim, sevince büyülü güzellikler sergileyebilirim. Ama sevmeyince… Karşımda kim olursa olsun, sevmeyince uyuz biri olduğum doğrudur ve ben, kolay kolay sevebilen biri değilim. Çünkü … Sevmek… Birilerinin eline zarar görme hakkınızı teslim ediyorsunuz gibi bir şeydir… Böyle düşünmeye başladığım için de aslında kendimi suçlayamam… Ve bütün bunlardan Tanrı da benim gözümde nasibini almıştı sanırım. Ancak şu son günlerde olan bazı olaylar ise Tanrının, insanlardan farklı olduğunu bana gösterdi. O’nun sevgisi, insanlarınkine benzemiyor ve ben bunları daha az önce anladım… Kusura bakmayın lütfen; ben, beynini çok fazla yoran biriyim.”

Atilla’nın kaşları, söylediğim her kelimede alnının yukarı kısımlarına doğru çıkıyordu. Gözleri açıldıkça, buğulu kahverengileri, sorgulayıcı bir ifadeye bürünüyordu. Kirpiklerinin uzunluğunu ortaya koyan tüm bu hareketler, aynı zamanda onun yüzüne değişik bir çekicilik katıyordu.

“Biliyorum şaşırttım sizi; bunlar ne hükümetle ilgili sorunlardır ne de dolandırılan halkın saflığıyla… Doğrusunu isterseniz, Sezar’ın hakkını Sezar’a verenlerdenim. Kılı kırk yararım ama sonuçta haklıyı haksızdan ayırt edebilirim. Gelin görün ki benim sorunlarım biraz farklı… Aslına bakarsanız benim, kendimden başka bir sorunum yok.”

“Yanıldığınızı söylemeliyim o zaman Züleyha Hanım. Hem Sezar’ın hakkı konusunda hem sorunlarınız hakkında…”

Beklemediğim bu cevap, beni susturdu.

Zaten ne diye iç dünyamı konuşuyordum ki bu adamla?

Sahi ben bu adama ne diye kendimi açıyordum?
YUSUF’UN HİKAYESİ – GELİŞME 46

“Sevgili Züleyha, farkında bile değilsin… Seni buraya mutluluk getirdi…”

Haydaaaa! Ben mi Asyalı kadınlar gibi bulduğunu kafasına takan biriydim, yoksa bu aile sayesinde kafamın içi de dışı da hiç boş kalmıyor muydu? Sahi, neler oluyordu?

Belli ki şaşkınlığım Atilla’nın hoşuna gitmişti, ben ona pis pis bakarken o bana kıs kıs gülüyordu.

“Evet, tabi; bu kadar yorgun bir beyinle bir sözü ilk anda anlamaman son derece doğal… İzninle artık sizli bizli konuşmayı kaldırıyorum. Ailemizden biri gibi görüyorum seni Züleyha… Sakıncası yok değil mi?”

Sakınca mı? Ne sakıncası olacak bir aileye dâhil olmanın? Alt tarafı aile dedikleri şey, hayatımın tüm neşesini elimden aldı!
Burnumdan tıslayarak hoşnutsuzluğumu belli ettim ama fazla kaba olmamak için de biraz dikkat ettim.

“Bilmem, belki bir sakıncası vardır ama belki de bu çok önemli değildir…”

Atilla, giderek keyiflenmeye başlıyordu. Bu arada Natali’nin asırlar süren kahve pişirmesi bitmişti. Elinde bir tepsi ve üç fincanla gelip masadaki yerine kuruldu. Atilla ve ben, Natali’ye bakıyorduk. Natali ise Fransız fincanları incitmemek gayretiyle birlikte bize kahvelerimizi nazikçe servis ediyordu. Ben bu zarif servise biraz kayıtsızdım ama Atilla… Bir acelesi varmış gibi fincan önüne konur konmaz kahvenin köpüğünü höpürdeterek aldı. Sonra bana döndü tüm vücuduyla ve işte o sersemletici sözleri söyledi.

“Biliyor musun Züleyha, ben yavrumu Natali’nin ellerine teslim edip giderken aynı zamanda da tüm şehirde ne kadar iyi insan varsa ona göz kulak olmasını istedim. Buna enerjiyi kullanmak diyorlar. Kimisi de enerjiyi yönlendirmek diyor. İlk duyulduğunda bu sözler insanın kulağını tırmalıyor, biliyorum ancak sen, oğlumu emanet ettiğim güzel insanlardan birisin. Seni ismen tanımıyor olsam da gönlünü bildiğim kesin. Ve Sezar’ın hakkı… Bence kendine gereken hakkı teslim etmiyorsun ve gizeminin şifresi burada saklı gibi… Bir diğer konu ise kendinde bir sorun olduğunu düşünmen… Hayır! Hiç de sorunlu birine benzemiyorsun. Ama kendine henüz ulaşamamış biri olabilirsin, elbette bu da seni rahatsız edecektir. Mutsuz olduğunu sanacaksın mecburen. Kendinden uzakta yaşamak, insana duygu konusunda fazla şans tanımaz. Ne yazık ki sen, ruhunla arandaki mesafeyi, mutsuzluğa veya bir sorun olduğuna yormuşsun… Ama öyle değil… Sen, mutluluğun tam da kapısında olan birisin. İzninle sana şimdiden hoş geldin demek istiyorum!”

Aman Allah’ım! Meğer mutluluğumun anahtarı karşımdaki adamın elindeymiş de haberim yokmuş!

Bu ne eda!
Bu ne hava?

Sanırsın tüm dünyanın mutluluk pınarları, adamın parmaklarından şarıl şarıl akıyor!
Hoş geldin diyor bana! Ukala!

Sen önce kendi mutsuz dünyana bak! Karısıyla anlaşamıyor, çocuğundan uzakta yaşıyor, bir de bana mutluluğun kapısını açıyor!

Hadi ordan!
Gelişme 47 – Yusuf’un Hikayesi

Sıkıldığımı saklamakta artık bir sakınca görmüyordum.

“Afedersiniz ama… Ben size, yine siz demeye devam edeceğim… Sonra da… Kehanetlerinize sadece gülümseyerek cevap vereceğim.”

Hızla yerimden kalktım ve Natali’nin yüzüne bakarak konuştum.

“Uzun sürede itina ile pişirdiğin kahvenden içemediğim için özür dilerim Natali. Ancak dünden beri zaten ellerinden pişmiş şeyleri yiyip içiyorum, sanırım bir kahve içmeyişime darılmazsın. Aslına bakarsan ben bu kadar nazik biri de değilim. İki gündür burada ettiğim teşekkürün haddi hesabı yok. Biraz sıkıldım sanırım veya başka bir şey… Bilemiyorum. İzninizle kahvaltıya da teşekkür ederek ve artık daha çok teşekkür etmeme ümidiyle evime gitmek istiyorum.”

Masanın etrafından dolaşıp kapıya doğru hızla yürüdüm. Natali ve Atilla, birbirine bakıyordu. Şaşkındılar. Kaba mı buldular beni, yoksa başka bir yorum mu yaptılar bilemedim. Ama umrumda değildi.

Ben böyle aniden fırtına gibi esip gitmeleri pek iyi becerirdim!

Yeteneğimi konuşturdum ve kapıyı açıp dışarı çıktım.
Natali, ardımdan fırladı. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu ki Atilla ona fırsat vermeyerek kapının eşiğinde dikildi.

“Züleyha… Seni üzmek veya sıkmak gibi bir niyetim yoktu. Özür dilerim.”

Sinirim tepemden fırlıyordu! Neden bu kadar sinirlenmiştim bilmiyordum ama bu adamın iç dünyama burnunu sokması sanırım hoşuma gitmemişti. Evimde, benden izinsiz birinin dolaşması gibi rahatsız edici bir durumdu bu.

“Özür dilemeyin lütfen! Teşekkür de etmeyin! Aslına bakarsanız hiçbir şey yapmayın! Tanıştığımıza umarım birkaç gün sonra memnun olurum ama şu an olamıyorum! Bilmiyorum neden? Ama gitmek istiyorum, hepsi bu! Hoşça kalın!”

Eğer benim evimden bu şekilde biri gidecek olsaydı büyük ihtimalle bu sözlerin ardından kapıyı kapatır giderdim. Hatta öyle bir kapatırdım ki apartman inlerdi. Ancak Atilla ve Natali, durmuş bana bakıyorlardı. İkisinde de şaşkın bir hal vardı, bunun için onları suçlayamazdım. Ne var ki sinirlerime hâkim olamıyordum.

Asansörün gelmesi için komut düğmesine bastım. Harekete geçen sistem ince vızıltılar çıkarıyordu. Bu sırada Atilla, bir şeyler söylemek istedi. Fakat söylemedi. Terlikleriyle birlikte çıktı, yürüdü ve yanıma geldi.

İri iri açılmış gözlerimle ona baktım, “Ne yapıyorsun?” der gibi. O da “Bir şey yok” der gibi gülümsedi. Asansöre birlikte bindik.

“Pardon” dedim, sözümü ağzıma tıktı. “Apartman kapısına kadar uğurlamak istiyorum seni, unutma hâlâ konuğumsun.”

Doğruydu bu, ben onun konuğuydum. Ama şu görgüsüz olanlardan…

Bu evden nezaket fışkırıyordu, belki de Küçük Yusuf’u delirten şey de buydu!

Ve apartman kapısına kadar Atilla benimle birlikte geldi. Kapının dışına çıktı ve elini uzattı.

“Yalnızlığını böldüğüm için özür dilerim Züleyha. Senin gibi insanlar, yalnızlığına dokunulmasından hoşlanmaz. Sanırım biraz ileri gittim. Bunu nasıl telafi edebilirim bilmiyorum ama… Sakin kafayla senle konuşmak isterim. Tanışmak isterim… Yeni bir insan, yeni bir kitap gibidir… Arkadaş olmamız için bize bir şans ver. Kötü biri değilim, bunun için garanti verebilirim. Ama iyi biri kavramını sende ne kadar karşılarım, bunu bilmiyorum. Lütfen, bana bir şans ver. Belki birlikte bazı soruları daha güzel cevaplarız, mesela Tanrı gibi… Ne dersin?”

Bu kadar nazik bir teklife karşı durmak, az önceki saygısızlığımın üstüne kaymak sürmek gibi olacaktı. Oysa ben kaba biri değildim. Evet, nazik de değildim ama kaba da değildim. Mecburen kabul ettim.

“Peki, arkadaş olmak için şans çarkını çevirdim Atilla…”

Gülümsedi.
“Pişman olmayacaksın…”
Gelişme 48 – Yusuf’un Hikayesi

Sevgili Kızım,

Son gelişmeleri biraz fazla hızlı yazmış olabilirim. Bugünlerde biraz gecem gündüzüme karıştı gibi… Uykusuzluk bir taraftan, yorgunluk bir taraftan… Malum en zor dönemdeyiz…

Neyse ki yine de unutmadan yazıyorum işte… Evet, unutmadan yazıyorum çünkü daha önce de dediğim gibi bende bir unutkanlık başladı; ne yediğimi bile hatırlayamaz oldum.

Ve senle anne kız olarak ilk çatışmalarımızı yaşadığımızda neye, neden kızdığımı sana benim anlatabiliyor olmam gerekiyor. Ama geçmişini unutmuş bir anne için bu, pek kolay olmayacaktır.

Oysaki bana göre bir anne, kızıyla şeffaf bir ilişki yaşamalıdır. Aradaki bağın gücü, bence buna bağlıdır. Az sevmiş, çok sevmiş gibi meseleler gerçek değildir. Her anne çocuklarını, sever. İyi sever, kötü sever; doğru sever, yanlış sever ama sonuçta sever…

Aradaki kopukluğun nedeni de bu yüzden sevgisizlik değildir. Gerçek sebep, iletişim bozukluğudur. Örneğin ben, sana hamileyken okuduğum kitaplarda bir bilgiye rastladım ve annemle olan otuz yıllık karanlık geçmişim, bir anda aydınlığa kavuştu. Meğer gerçek annesinden bir sebeple uzak kalarak büyüyen anneler, özellikle de kızlarına karşı hali hazırda bir kin ve intikam duygusu taşırmış; annesiz geçen günlerin intikamı böyle çıkarmış onun geçmişinden…

Kim bilir, ileride neler yaşayacağız sırf benim yüzümden… Evet, sadece benim korkularım yüzünden. Çünkü son günlerde gördüklerim, yaşadıklarım bana bunu anlattı: Sorunun sahibi de çözümü de annedir.

Çünkü…

Çocuğunu yetiştiren kişi annedir…

Bu yüzden sana geçmişimi anlatıyorum. Daha doğrusu ailemizin geçmişini… Unutmadan anlatıyorum ki; bazen çözemediğimiz bir sorunumuz olursa bunu çözmekte bana yardımcı olabilesin ve bunun için otuz yıl beklemek zorunda kalmayasın…

Daha da önemlisi, kalbin…

Çok fazla kırılmasın benim yüzümden tatlı kızım.

Çünkü akıl, mantıklı bir açıklamayı gördüğünde “Ha! Tamam! Demek böyleymiş!” deyip işin içinden sıyrılabiliyor ancak kalp öyle değil. Onun çalışma biçimi akıl gibi değil… O, çok daha farklı çalışıyor.

Kalp, yaralanıyor bebeğim; bir olay karşısında kırılıyor. Akıl gibi kızıp çekip gitmiyor. Kalsa da kırılıyor, gitse de…

Ve onun yaraları tek el ile iyileşmiyor… O yaranın iki sahibi var; biri açan, biri açılan… Ve kalbin içindeki o yaralara bu iki el değmeden, inan bana geçmiyor, hiçbir şey geçmiyor…

Ben, en baştan sana doğru adım atıyorum. Sana kendimi anlatıyorum. Nasıl geliştiğimi tek tek anlatıyorum. Belki yarın öbür gün adımı bile hatırlamayacak olursam ya da bir sebeple sana bunları anlatmak istemezsem… Belki de o gün yaşadığımız sorunların cevapları bu satırlardadır…

Annemle başka galaksilerde yaşar gibi mesafeli ve soğuk ilişkimizi senle yaşamak istemiyorum. En baştan kabul ediyorum tüm hatalarımı… Hepsini…

Duygu açısından kötü bir geçmişim oldu ama ben bunun acısını senden çıkarmak istemiyorum.

Babanın bana verdiği “Kendini affet” şifresi ile birçok şeyin üstesinden geldim sayılır. Evet, aslında hikâyemize devam etmeliyim. Çünkü kendini affetmeyi senin de bilmen gerekiyor. Ama kavram olarak değil, yaşanmışlık olarak…

Çünkü idrak, böyle olur tatlı kızım. Bir kavramı tüm yönleriyle görüp anladığında idrak gerçekleşir.

İzin verirsen babanla duygusal yaklaşımımız olan o anları biraz hızlı geçmek istiyorum. Utandığım için değil, sadece aşkın kişiye özel olduğunu düşündüğüm için…
Bizim aşkımız kalp çarpıntısı taşıyordu evet ama biraz ayakları yere basan türdendi…

Ve babanla ilgili bilmen gereken gerçek şu: Bir erkek, bir kadını baştan yaratabilir. Eğer iyi bir güce sahipse bu baştan yaratılmışlık iyi yönde olur. Şayet kötü bir güce sahipse kadının kötüye doğru sürüklenişi de kaçınılmaz olur.

Babam ve kardeşlerim sayesinde kötüye doğru yüzgeç attım. Dipsiz kuyulara atıldım, ateşten gömlekler giyip çıkardım. Ancak baban sayesinde ben, evet bunu bilmen çok önemli; yeniden doğdum güzel kızım.
İnceden inceye karanlıkta kalan ne kadar korkum varsa hepsinin üzerine gitti. Elimden tutup, içimdeki ürkütücü mağaralara benimle birlikte indi ve “Bak, korkacak hiçbir şey yok!” dedi.

O olmasaydı, bunu yapacak gücüm de olmazdı…
Her neyse…

Atilla ile sözleştiğimiz gibi yarım saat sonra benim kapımda buluştuk. Yusuf ve Natali de gelmişti. Ekibimizin tüm üyeleri Atilla’nın arabasındaki yerini almıştı. Ben ön koltuğa oturdum, Atilla şoför koltuğuna, Natali ve Yusuf her zaman olduğu gibi arka koltuğa…

Önce parka gittik. Yusuf’la oynadık. Oyun oynarken bile bir hüzün vardı yüzünde. O küçücük yüzünde korkarak açan tebessüm tomurcukları, çok şükür ki çiçek açmak için fazla beklemedi. Çünkü o bir çocuktu… Mutluluk için yaratılmıştı. Gülücük onun vazgeçilmeziydi…

Geçmişimdeki somurtkan çocuğu hatırlıyordum ona baktıkça… Öfkemi hatırlıyordum.

Ve Yusuf’a sarıldıkça sarılıyordum… Kendimi affeder gibi, hepsi geçti hepsi geçti der gibi…

Ve önceki sabah börekçide otururken o güzel havada neden o kadar üşüdüğümü anlıyordum Yusuf’a bakarken…
Yusuf’a sarılmak, içimdeki çocukla barışmanın ilk adımı oldu.

Kendimi sever gibi Yusuf’u sevdim…
Gelişme 49 – Yusuf’un Hikayesi

O gün, uzun süre çocukluğumuzun geri planda kalmış mutluluklarını yaşadık Yusuf’la…

Atilla ve Natali bizi uzaktan seyrediyordu. Biz ise tüm gözlerden uzakmış gibi ve hatta dünyada sadece ikimiz varmış gibi oynadık. Parkta, bir o yana bir bu yana koşturup dururken neye güldüğümüzü ve neyden korktuğumuzu bilmeden çekinerek yüreğimize sıkışıp kalmış gülücükleri baharın dallarına gönderiyorduk.

Olsun ki bir tomurcuğa rast gelir ve bir çiçeğe dönüşürdü o anki sevincimiz…
İşte o zaman çok istedim bir kızım olmasını…
Ve adının Sevinç olmasını…

Bu yüzden adın Sevinç oldu tatlı kızım.

Yusuf’la birlikte açılan gönül kapımdan senin ruhun çıkıp gelmişti, gözlerimin önünde duruyordu bir bebek…

Ve böyle hayal üstü bir anı içinde keyfimizi bozma cüretinde hiç bulunmadık. Atilla ve Natali de öyle..
Arada bize bakıp gülüşmelerini görüyordum, bazen de fısıldıyor gibiydiler. Meğer Natali, babana o zaman aslında beklediği kadının ben olduğumu anlatıyormuş… Bunu çok zaman sonra öğrenebildim.

Ama biz Yusuf’la kumların içinde çıplak ayaklarımızla koşmaya başlamıştık bile. Ne Atilla umrumdaydı ne de Natali’nin fısıltıları…

Benim somurtkan çocukluğum, gülmeye başlamıştı ! Sonunda! En sonunda gülüyordu içimdeki çocuk!

Oysa ki…
Çocukluğumdan kalma hallerdi bunlar, ben denize bakıp bakıp üşüyen biriydim….

Tanrıya defalarca şükrediyordum!
İçimdeki karanlığın aydınlanmasına yardımcı olduğu için!
Ve artık hiç kızamıyordum O’na, neden hep geç kalıyorsun diye!

Çünkü Tanrı, benim dualarıma hep geç cevap verirdi, yani iş işten geçtikten sonra…
Al kafana çal dileğini der gibi…
İstedin de ne oldu, bak; olmasa da olurdu der gibi…

Ama bu defa Tanrıya kızmak gelmiyordu içimden. Sebebini bilmiyorum ama geçmişim ve geleceğim nihayet barışmış gibiydi… İkisi yan yana oturmuş ve şaşkın gözlerle beni seyrediyor gibiydi. Eğlenceliydi insanın kendisiyle barışması…

Tam anlamıyla bir sevinçti bu!
Tam anlamıyla coşkulu bir kutlama gibi!
Çok şükür, Yusuf’la birlikte bu kutlamayı gayet gösterişli bir biçimde yaptık!
Sonra…

Sanki o koşup oynaşan iki mutsuzluk firarisi biz değilmişiz gibi sakinleştik. Nefes alıp verme ritmimizin normal seviyesine inmesiyle doğru orantılı olarak sakinleştik…

Gözlerimizin içi gülüyordu. Yüzümüz kıpkırmızı olmuştu. Koşturup durmaktan, pancar gibi olmuş suratlarımızı birbirimizden saklama çabasına giriyorduk anlamsız yere.

Sonra ben cesaret edip Yusuf’un yanaklarına ellerimi koydum. Gözlerini gözlerime diktim. Ona olanca sevgimle baktım.
Ve içimden geçenleri söyledim.

“Yusuf, biliyor musun, sen benim hayatımdaki en güzel şeysin… Seni tanıdığıma çok memnunum. Ayrıca seni çok da seviyorum, biliyor musun?”

Biliyordu. Evet der gibi başını bir aşağı bir yukarı salladı.
Gülümsüyordu. “Ben de seni seviyorum…” der gibi…
Gelişme 50 – Yusuf’un Hikayesi

Üzerimizden korkularımız geçip gitmişti, kolay mı?
Tüm mutsuzluklarımız omuzlarımızdan düşmüştü tek tek..
Hiç kolay değildi insanın bir anda kuş gibi hafiflemesi…
Ve geçmişin nefesini ensesinden atıvermesi…
Kolay değildi…

Bu yüzden Yusuf ve ben, o anki halimizi tarif edecek bir cümle bulamıyorduk. Kaçak göçek gülümsemelerimiz, utangaç bakışlarımıza yakalanıyordu.

Atilla ve Natali, çimenlerin üzerine kendimizi nasıl attığımızı hayretle seyrediyordu. Biz ise gökyüzünde sakince kayan bulutların şekillerini bir şeylere benzetebilmenin derdindeydik. Arada sırada fısıldar gibi konuşuyorduk. Ama ne olursa olsun, ellerimizi bırakmıyorduk.

Yusuf’un minicik soğuk eli, avucumun içinde ısınmaya başlıyordu. Parmakları, yavaş yavaş ellerimin içinde güven ve huzurla tanışıyordu.

En çok şaşırdığım şey ise o minicik elin, içime attığı neşe tohumlarının vücuduma hızlı bir biçimde yayılıyor olmasıydı.

İki mutsuz insan olarak hayattan, her nasıl olduysa, ortak bir mutluluk çıkarmayı başarmıştık!
İşte bu, bir mucizeydi!

Tanrı, parmağıyla beni Yusuf’a doğru ittirmişti ve ikimizi zorla karşılaştırmıştı!
Kader dedikleri de sanırım tam olarak buydu…

Bazen seçme şansın yoktur…
Çünkü yol, tektir…

Yoksa Atilla bunun için mi “seni buraya mutluluk getirdi” demişti…
Olabilir miydi?

Çimenlerin üzerinde yüzüstü dönüp ilerden bizi seyreden iki çift meraklı gözün sahibine baktım. Fısıldamayı sürdürüyorlardı. O kadar…

Yerimde doğrulup Yusuf’a baktım.
O da beni takip etti.
Elbiselerimize yapışmış olan ince otları silkeledik. Sonra ayağa kalktık ve ekibin diğer yarısına doğru yürüdük.

Demek ki hareket edebilmek için bizim onlara doğru yürümemizi bekliyorlarmış, her ikisi de yerinden kalktı.

Atilla, yanlarına gitmemizi beklemeden bize doğru seslendi:

“Çok eğleniyor gibiydiniz.”
“Evet, siz de çok dinleniyor gibiydiniz, umarım rahatsız etmedik.”
“Asla! Sevindiğimi bile söyleyebilirim! Çünkü açık hava beni gerçekten de çok acıktırdı. Haydi, gidip bir şeyler yiyelim! Önerin var mı?”
“Öneri denemez buna, aslında doğrudan gideceğimiz yeri söylemeliyim, Ulus Parkı!”
“Ne varmış orada?”
“Bilmem…. Alışkanlık olabilir.”
“Görünüşe bakılırsa bugün alışkanlıkların dışına çıkıyorsun. O halde Piyer Loti’ye gidelim Ulus yerine. Ne dersin?”
“Allah derim!”

Allah mı derim? Ben Tanrıya Allah demeyeli, kim bilir ne kadar zaman geçti…

İstediği şeyi sadece “ol” demekle yapan yetenekli bir ilahın, insanları acılarıyla baş başa bırakmasına olan tahammülsüzlüğüm, O’na ismen hitap etmeme engel olmuştu.

Anladık, ortada bir Tanrı var ama ne olduğu kim olduğu çok önemli olmayan bir tanrıya fazla hürmet göstermek gereksiz, diye düşünmüştüm…

Oysa şimdi Allah dedim…

Gerçekten de buzlarım çözülüyor gibiydi…

Bu kadar hızlı bir çözülme, ancak çok güçlü bir ısı sayesinde olabilirdi..

Demek Yusuf, benim soğumuş kalbimin güneşiydi…

Demek kalbimde mevsimin değişmesi için işte bu küçük elma şekerinin karşıma çıkması gerekiyormuş…

Yusuf…
Bana daha neler yaşatacaksın sen bakalım….

Daha başka neler neler…
Gelişme 51 – Yusuf’un Hikayesi

Piyer Loti’de enfes bir ikindi atıştırması yaptık. Açık hava, İstanbul, Yusuf, Atilla ve ben…

Yorgunluktan oturduğu yerde uyuyakalan Yusuf’u Natali eve götürdü. Bir taksiye binip gittiler. Biz de Atilla’yla baş başa kaldık.

Piyer Loti’de…
Baş başa…

Ve ben tüm meraklarımı giderecek soruları sorma niyetiyle Atilla’yla konuşmaya başladım.

“Kadere inanır mısın?”
“Elbette… İnanmamak yoğurda kara demek gibidir… Peki ya sen?”

“Bilmiyorum…”
“Sanırım inanmıyordun ama fikrini değiştiren bir şeyler olmuş…”

“Belki…”
“Belki de kafan karışmış.”

“Olabilir.”
“Sana yardımcı olmama izin verirsen sevinirim.”

“Bilmiyorum, kaderle bir ilgisi var mı yok mu ama…”
“Her şeyin kaderle illa ki bir ilgisi vardır Züleyha. İstersen en başından anlat.”

“Haklısın. En baştan anlatınca daha iyi oluyor değil mi?”
“Evet. Gereksiz sorular saf dışı kalıyor.”
“Tamam, başlıyorum. Son birkaç haftadır bazı rüyalar görüyorum. Sonra bu rüyalar hemen gerçeğe dönüşmeye başladı. Sonra biraz fazla gerçek olmaya başladı, öyle ki ben hangisi rüya hangisi gerçek ayırt edemez oldum.”

“Tabi ki ayırt ediyordun, sadece şaşkınlığın yüzünden karışmış gibi göründü sana… Her neyse, devam et.”
“Evet, her neyse… Sonra en son gördüğüm rüyada bana bir kağıt verildi, içinde şey yazıyordu; sende Yusuf’un hikayesi yazılıdır.”

“Oldukça ilginç… Yusuf peygamberin hikayesi mi acaba?”
“Bilmiyorum. Yusuf’u da tanımam. Dinle filan aram iyi değildir. Allah’la da öyle…”

“Sana öyle geliyor… Her neyse…”
“Evet, her neyse…”

“Yo hayır, aslında her neyse değil… Bazı soruları da çözerek gidelim bence. Allah’la aram iyi değildir diyorsun ya mesela bu bir sorun. Bunu hemen çözelim, ne dersin?”
“Olur.”

“Allah, kapsayan kümedir ve sen ve ben, O’nun alt kümeleri oluyoruz. Dolayısıyla aramız açık gibi bir ifade matematiksel olarak böyle bir durumda komik duruyor.”
“Her neyse… Önce rüyalarla ilgili bir araştırma yaptım, tabi ki internette.”

“Ah evet! Şu internet! İnsanları bilgi zehirlemesinden öldürecek şu internet!”
“Anlamadım…”

“Şöyle anlatayım. Bir misafirimiz var ve karnı çok aç. Ona bir anda tüm yemekleri yemesini sağlayacak bir ikram mı yapmalıyız yoksa önce çorbadan başlayıp sonra ana yemeğe doğru mu gitmeliyiz?”
“Sanırım, çorbadan başlamalıyız. Tamam, şimdi anladım. İnternette çok fazla bilgi var ve sen insanların, bilgiden yana eksik veya aç olduğunu düşünüyorsun. Birden bire bu kadar çok bilginin de insan beyni için iyi olmadığını söylüyorsun.”

“Elbette. Sadece bir yumurta hakkında bile internette neler yazar bir bilsen…”
“Cahil kişi yumurta hakkında bilgi ararken doğru karar veremez diyorsun. Çünkü birçok özellik arasında hangisi doğru hangisi yanlış seçemez diyorsun yani!.”

“Hayır, ben öyle bir şey demiyorum. “
“Anlamadım.”

“Ben doğru veya yanlış kelimelerini kullanmadım.”
“Bir dakika… Benim kafam karıştı… Ne dediğini gerçekten anlamadım.”

“Demek istediğim şu; bilgiye sahip olmak doğruyu bulmak gibi düşünülür. Ama öyle değildir. Bilgi, sadece bir konuyu düşünürken çok yönlü olabilmeyi sağlar. Ama doğruyu bulmanı sağlamaz.”
“Bir dakika… Bir dakika… Her şey birbirine karıştı… Ne demek bilgi, doğruya ulaştırmaz?”

“Şu demek; doğru, yavaş yavaş çözülen bir bilmecedir. Bilgi ise bunun küçük basamaklarıdır. Ama doğruya ulaşmak için bilgi, tek başına yeterli değildir. Bilginin yanında, görmek lazım, duymak lazım, hissetmek lazım. Yani bir bebeğin eline aldığı bir emziğin ne olduğunu anlaması için onu kurcalaması gibidir doğru… Elinle dokunur, gözünle bakar, duygularını çalıştırır, aklını kullanır ve birkaç deneme yaparsın. Sonra doğruyu bulursun. Hayat, aslında hep böyle ilerler…”
“Ne yani şimdi, bilimsel araştırmalar için göz, kulak ve duygu mu gerekiyor?”

“Tabi ki! Bilim, yanlışlarla ve hatalarla dolu bir geçmişe sahiptir. Atom parçalanamaz diyen bilim, meğer parçalanıyormuş diyen bilimdir ve unutma bilim, sadece iki adet postulat üzerinde yükselir.”

“Postulat mı? O da nedir?”
“Var sayım…. Yani ihtimal… Yani ön kabul…”

“Neymiş o varsayımlar?”
“Sıfır ve bir.”

“Efendim?”
“Evet şu bildiğimiz iki rakam. Sıfır, değer olarak sıfır ise, bir de değer olarak bir ise iki ikidir.”

“A, a ise b, b’dir. Bunu liseden hatırlıyorum, sanırım Mantık dersiydi…”
“Evet, işte bu bir kabuldür, varsayımdır. Sıfır ve bir rakamları, bir postulattır ve bir gün biri çıkıp sıfırın değeri meğer sıfır değilmiş derse ne olur biliyor musun?”

“Çarpım tablosunda yutan eleman ortadan kaybolur.”
“O kadarla kalmaz bence… Tüm hesaplar değişir… Daha doğrusu, tüm rakamlar… Ama binalar yine aynı şekilde yükselmeye başlar. Güneş de yine aynı yerden doğmaya devam eder.”

“Yani resmen bilimle dalga geçiyorsun sen!”
“Bilimle değil, insanların kabul edişleriyle dalga geçiyorum. Kimin ne zaman, neden ortaya attığı bir fikre henüz karşı bir fikir üretememiş zavallı beyinsiz insanlarla dalga geçiyorum. Hepsi bu!”

“Peki, bütün bunların rüyalarla ne ilgisi var?”
“Şöyle bir ilgisi var: Rüyalar, gerçek bilginin sahibi olan ilah tarafından insana aktarılır ve bilim buna inanmaz.”
“Ah! Sanırım Tanrının insanla konuşmasından bahsediyorsun! Evet, önceki gece araştırma yaparken en çok bu konuya kafam takılmıştı! Allah, insanlarla konuşurmuş ve en çok da rüyalar üzerinden bunu yaparmış!”
“Konuşma demek yerine iletişim kurma dersek biraz daha iyi olabilir.”
“Her neyse sonuçta bir etkileşim var!”

“Evet, var.”
“Peki, iyi ama neden?”

“Çünkü Allah, insana yardım etmek ister.”
Gelişme 52 – Yusuf’un Hikayesi

“Atilla, benimle konuşurken açık olmalısın. Çünkü ben gerçekten de şifreli konuşmaları hem sevmem, hem anlamam.”
“Peki, anlatayım. Hayat, kendini tekrar eden bir hikayedir.”

“Evet, bunu fark ettim.”
“Yusuf’un hikayesiyle mi?”

“Evet.”
“Çok güzel. İşte bu, bir doğru bilgidir. Anlaman beklendi senden ve anladın. Oldu mu?”

“Peki, anladım da ne oldu?”
“Şu oldu; ortada birçok laf dolaşıyor. Birçok alternatif var hayat üzerine. En çok da insan ne için yaratıldı sorusunun cevabı aranıyor. Hemen hemen her insan da kendine soruyor, ben bu dünyaya neden geldim diye… Cevap bizzat Allah tarafından Kuran’da veriliyor, bir sınav için… E peki şu sınav nedir diye soruyorlar. O zaman Allah, oku diyor. İnsan soruyor, neyi okumalıyım? Allah o zaman susuyor. Neden biliyor musun? Çünkü dört tane kitap vermiş insanlığa ve insan hâlâ ne okuyayım diye soruyorsa… Yani şunun gibi düşün, çay getiriyorum ben sana, iç diyorum, sen de bana diyorsun ki ne içeyim? Ben sana boş boş bakarım değil mi? Allah, dört tane kitap koymuş insanın gözünün önüne ve oku demiş. Hiç olmazsa şu dört kitaptan bir tanesini oku. Seç, beğen, oku. İster birini, ister hepsini… Ama en azından bunları bir oku… Sonra devam et, ne bulursan oku… Çünkü okumanın tarifi veya sınırı yok Allah nezdinde. Oku diyor, bırakıyor.”

“Peki, okudum. Yusuf’un suresini okudum.”
“Evet, anlaman gereken şey, Yusuf’la benzer bir sınavda olduğunuzdur. Yani anladın mı; Allah’ın sınav sistemi gayet açık. Soru belli, konu belli, hatta sonuç belli.”

“Belli olmayan nedir?”
“Sensin…”

“Ben mi?”
“Evet, Yusuf adlı sınava girenlerden birisin sen ve sen, bu sınavdan geçebilecek misin?”

“Yani… Yani… Ben, bana yapılan tüm haksızlıkları affetmeli miyim?”
“Hikayede ne yazıyordu?”

“Böyle yazıyordu işte! Yusuf’a kötülük yaptılar, kuyuya attılar, ölsün diye dua ettiler, ondan kurtulmak için çok istekliydiler, ama bir taraftan da bu hislerini inkâr ettiler! Yalan söylediler! Sonra… Onu tek başına bıraktılar! Sonra Yusuf, para karşılığında satıldı! Sonra çalıştığı yerde iftiraya uğradı… Sonra zindana atıldı…”
“Sonra zindanda bile unutuldu Yusuf değil mi?”

“Evet! O şapşal adam onu unuttu!”
“Ama unutmasaydı, o kadar güçlü bir hikaye çıkmazdı Yusuf’tan.”

“Nasıl yani?”
“Yusuf, unutulmak istenen bir kişidir, gerek kardeşleri tarafından gerek gönlünü ferahlattığı bir kişi tarafından… Ancak Yusuf, unutulmasaydı veya unutulmak istenmeseydi; hayat da onu o kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkarma gayreti içine girmezdi.”

“Lütfen açık konuş benimle.”
“Tamam, peki. Hayatın bir özelliği vardır Züleyha. Fizikte buna etki ve tepki derler. Aslında Tanrı, bu konuyu en güzel İncil’de anlatır. Der ki; bir meclise girdiğin zaman gidip en başa oturma, çünkü seni oradan almak isteyeceklerdir ve oradan inersen üzülürsün. Sen iyisi mi bir meclise girdiğinde en sona otur. Seni, diğer insanlar baş köşeye buyur etsin ve böylelikle yerin değerli olsun. Üstelik onlar seni oraya çıkardığı için, yerine göz de dikmeyeceklerdir.”

“Hâlâ anlamadım.”
“Anlatıyorum. Yine İncil’de der ki Tanrı, sizin o en küçük gördüğünüz aslında sizin en büyüğünüzdür.”

“Şimdi anladım! İnsan eğer birini küçük görüyorsa, hayat da onu büyük yapmaya çalışır diyorsun!”
“Evet, bir de tersi var tabi.”
“Evet! Kim kendini büyük görürse, o mutlaka alaşağı olur diyorsun!”

“Hayır Züleyha, ben demiyorum. Allah diyor.”
“Tamam, tamam! Anladım! Peki, şimdi bütün bunların benle ne ilgisi var?”

“İşte bunu bilecek olan sensin? Kardeşlerin seni üzdü mü?”
“Üzmek mi? Buna üzmek denemez. Beni mahvettiler!”

“Senden kurtulmak istediler mi?”
“Bunu bilmiyorum ama galiba ben doğmasaydım, aralarında buna üzülen olmazdı.”

“Peki, seni yalnız bıraktılar mı?”
“Hiç yanımda olmadılar ki…”

“Peki, seni bir çıkmaza ittiler mi?”
“Hangi birini sayayım!”

“Peki, onların seni attığı o çıkmazın yüzünden sen kendini bambaşka bir yerde, mesela köle gibi olduğun, tüm haklarından yoksun kaldığın bir yerde buldun mu?”
“Sanırım öyle oldu.”

“Peki, o sürgün olduğun yerde iftiraya uğradın mı?”
“İftirayı çeken özel bir mıknatısım var benim.”

“Peki, tüm bunlara bağlı olarak, her şeyini kaybettin mi?”
“Sıfırla yakından tanıştım, evet.”

“Sonra ne oldu?”
“Sonra… Bir şeyler oldu, evet… Bazı önemli gelişmeler.”

“Mesela mevki açısından ne oldu?”
“Seninle komşuyuz. Daha ne diyebilirim?”

“Peki, kardeşlerinle son zamanlarda hiç görüştün mü?”
“Hayır, asla!”

“Ailenle?”
“Hayır!”

“İşte sınavın bu!”
“Ne?”

“Hikaye sana diyor ki, hayat olarak biz; kardeşlerini sana getireceğiz. Sen onlara ne yapacaksın?”
“Sahi mi?”
“Evet… İşte sınavın sonucu onlarla karşılaştığında belli olacak… Onlar seni küçümserse sen kazanacaksın, çünkü hayat, senden yana olacak. Şayet sen onları affetme büyüklüğünü göstermezsen, onlar kazanacak, çünkü hayat bu defa onların yanında olacak.”

“Kazanmak mı?… Ama benim böyle bir amacım veya sıkıntım yok ki… Sadece benden uzak olmalarını istiyorum.”
“O halde Tanrıya neden kızıyorsun, haksızlık yapıyor diye? Neden Allah’la aran açık? Şu adalet isteğin yüzünden değil mi? Madem yenilmek hoşuna gidiyor, bu öfkenin sebebi nedir? Adaletsizlik değil mi?”

“Atilla… Sanırım yavaş yavaş anlıyorum seni…”
Gelişme 53 – Yusuf’un Hikayesi

“Yani sen diyorsun ki, ilahi gerçek ya da doğru ya da adalet, eninde sonunda ortaya çıkar. Ama etkili olabilmesi insanın tercihinde gizli…”
“Evet, bunun gibi bir şey… Yani affetmezsen, karşına başka sınavlar çıkar… İlahi doğruyu illa ki anlaman beklendiği için.”

“Ne yani şu reenkarnasyon olayından mı bahsediyorsun?”
“Asla! Az önce demedik mi hayat, kendini tekrar eden hikayedir diye. Reenkarnasyon, birçok yönüyle ucu açık bir fikirdir. Tanrısal olduğu söylenir ama reenkarnasyon, nüfus artışını yetkin bir biçimde karşılayamaz.”

“Nüfus artışı mı?”
“Evet, insanların sayısı gittikçe artıyor. Reenkarnasyoncular, bu konuda bir tek açıklama bile yapmıyor. Sadece ruhun tekrar tekrar gelip gitmesinden, kendini sonraya ertelemesinden bahsediyor. Oysa ki ruh, Tanrısaldır ve özüne kavuşması beklenir, bizzat sahibi tarafından.”

“Bir dakika… Ben yine anlamadım. Biraz daha açık konuş lütfen.”
“Tamam. Şöyle diyelim. Bir yönetmen, bir film çekmeden önce tüm ekibini hazırlar değil mi? Yani filme başladıktan sonra oyuncu aramaz, değil mi?”

“Evet, televizyonlardaki basit dizileri ele almazsak, genel olarak böyledir.”
“Peki, Allah’ın hayat kurgusunu yaptığı sırada figürlerini önceden belirlemesi mümkün müdür?”

“Mümkündür.”
“Kaldı ki Kuran’da şöyle bir ifade var; ‘Hepiniz inin oradan aşağı dedik!’ bu ifade, Adem ve Havva’nın cennetten kovulması üzerine söyleniyor.”

“Bundan ben ne anlamalıyım?”
“Yani sen ve ben burada oturuyoruz, ben Adem’im sen Havva’sın. Burada bizi istemeyen park yöneticisi ‘Hey siz ikiniz! Çıkın oradan!’ mı der yoksa ‘ Hepiniz çıkın oradan!’ mı der?”

“Sanırım hepiniz derse burada oturan herkes dışarı çıkmak zorunda kalır.”
“Evet, Adem ve Havva iki kişidir. Ama hepiniz inin oradan aşağı, diyen bir Tanrı sence kaç kişiye sesleniyordur?”

“Sayılamayacak kadar çok…”
“Demek ki figürler hazır… Sayılamayacak kadar çok kişi var ilk yaratılışta.”

“İyi ama hani biz Ademle Havva’dan üremiştik?”
“Bu bir varsayım. Tıpkı sıfır ve bir gibi… Adem ve Havva’dan sizi türettik demeyi Allah bilirdi sanırım, eğer öyle yapmış olsaydı.”

“Peki, biz nasıl oluştuk?”
“Cennette olan insanlar olarak biz, meleklerle aynı olduğumuz yerden aşağı indik veya bedenlerimize büründük.”

“Tamam, ama nasıl büründük? Benim bildiğim insanlar, annesinden doğar!”
“Evren de bir bebektir. Nereden doğdu sence?”

“Bing Bang gibi şeyler var ortada… Sürekli bir şeyler buluyor adamlar…”
“Bulamadıkları şey Allah’ın “Ol, der ve o, olur” sözüdür.”

“Anlamadım.”
“Allah diyorum, böyle tarif eder kendini. Der ki ben bir şeyi yaratmak istersem, ona ol derim ve o da olur.”

“Bu kadar mı?”
“Bu kadar.”

“Ne oldu yani, biz cennette dolaşan milyarlarca insan olarak birden bire dünyaya indik ve yaşamaya mı başladık?”
“Dağlar nasıl oluştu? Taşlar nasıl oluştu? Sular nasıl oluştu? Toprak nasıl oluştu? Bu soruları bırakıp insan nasıl oluştu diye sorarsak, yanlış yerden başlamış oluruz.”

“Evet, Allah insanı topraktan yarattı. Sahiden, toprak ne zamandan beri var?”
“Evet, burada önemli olan zamanı değil. Önemli olan toprağın dünyaya ait bir şey olduğudur.”

“Yani?”
“Yani insan yaratıldığında, dünya zaten vardı. Hem de taşıyla, toprağıyla, suyuyla, tozuyla, dumanıyla…”

“Şimdi anlıyorum… Diyorsun ki Allah, önce filmin çekileceği mekanı yerleştirdi. En sona da başrol oyuncusunu sakladı!”
“Biraz öyle oldu diyebiliriz.”

“Peki, bunlarla benim ne ilgim var? Yani ben Adem’le Havva’nın çocuğu olsam ne fark eder, olmasam ne fark eder?”
“Bugün kasaptan et alıp eve gittiğinde onu tabağına çiğ çiğ koyup yemiyorsun, değil mi?”

“Hayır! Tabi ki de pişiriyorum!”
“Evet, çünkü çok eski dedelerin eti pişirip yemeye başladı ve bu bilgi, senin bilgi dağarcığına yazıldı.”

“Yani, sen ne demeye çalışıyorsun? Bilgi dediğin şey aktarılıyor mu?”
“Elbette. İnsanoğlu, aynı zamanda bütün olarak koca bir hikayenin parçasıdır. Her biri bir dönemde bir bilgi keşfeder. Sonra onu beynine kazır, sonra o bilgi çocukları sayesinde bir sonraki nesillere ulaşır.”

“Kulağa çok saçma geliyor! Hatta bunlar birer saçmalık!”
“Peki, o zaman şunu deneyelim. Babannelerimiz radyo dönemi çocuklarıydı, babalarımız da televizyon dönemi, bizler de kumandalı televizyon çocukları… Yusuf, yani benim çocuğum ise teknoloji çılgınlığı dönemine ait ve ne oluyor biliyor musun? Yusuf, konuşmayı bilmezken, telefonumda oyunları bulabiliyor ve oyun oynayabiliyordu.”

“Yani?”
“Yani, babannem radyonun düğmesine basmayı öğrendi, babam televizyona bakmayı, ben kumandayla televizyonu kurcalamayı öğrendim. Benim oğlum da eline geçen bir aleti nasıl kullanacağını bilerek dünyaya geldi.”

“Kafam allak bullak oldu. Reeankarnasyondan bahsediyorduk.”
“Tam olarak bundan bahsediyoruz… Reenkarnasyoncular der ki; insanlar bazı bilgileri hatırladığını söylüyor. Mesela Tibet’te bir çocuk henüz beş yaşındayken, üç yüz yıl önceki Tibet dilini konuşuyor. Afrika’da yaşayan bir kişi önceki hayatında neler olduğunu hatırlıyor. Hatay’da yaşayan biri de oranın çok eski dilini konuşuyor ve çok önceden olmuş olan olayları anlatıyor.”

“Evet, bunları duymuştum. Tibet, Afrika ve bizim Güneydoğu bu konuda ismine çok sık rastlanan bölgeler.”
“Bölge! İşte çok önemli bir konu bu! Bölge! Tibet’teki çocuk, Tibet’in çok eski dilini konuşuyor veya hatırlıyor… Hatay’daki çocuk, Hatay’ın çok eski dilini konuşuyor veya hatırlıyor. Afrika’daki kişi de orada yaşayan insanların geçmişine dair bilgileri biliyor veya hatırlıyor. Peki, neden Tibet’teki çocuk Tanrı Dağları’nda konuşulan ilkel Türkçeyi bilmiyor? Ya da Hatay’daki çocuk, neden Arapçanın ilkel halini değil de Fransızca’nın ilkel halini hatırlamıyor?”

“Çünkü dedeleri bilmiyor!”
“Evet! Bilgi, aktarılan bir şeydir ve geçmişe yönelik bilgilerin hatırlanması, yeni nesillerin beyinlerinin içeriği ile yakından ilgilidir.”

“Sanırım yine anlamadım.”
“Yani, Hatay’daki çocuk eğer dört yaşında piyano eğitimi alsaydı, beş yaşında yüzme dersine gitseydi, altı yaşında İngilizce, Fransızca ve Almanca öğrenmeye başlasaydı, yedi yaşında toplamayı çıkarmayı ve çarpmayı öğrenmeye başlasaydı, yüz sene önceki dedesinin bilgilerini hatırlamak zorunda kalmazdı.”

“Boş bırakılan beyinler, geçmişi hatırlar diyorsun.”
“Hayır, sürekli geçmişi hatırlayan beyinler, boş kalır diyorum.”

“Anlayamadım!”
“Yani sen kardeşlerini affetmezsen, beynini boşaltmış olmayacaksın ve senin çocuğun, dünyaya geldiğinde öfkeli biri olacak ve büyük bir ihtimalle, dayılarını sevmeyecek.”

“Şimdi anlıyorum affetmenin büyüklüğünü! Neden affetmek büyüklüktür diyorlar, şimdi anlıyorum! Ben kendimi makaradaki ip gibi sürekli aynı yere sararsam, hem yeni bilgi için boş yerim kalmaz hem de o bilgi bende sabitleşir! Oysaki yeni nesillere barışı, iyiliği öğretebilmek için bizim affetmeyi öğrenmemiz gerekiyor! Ve tabi gelişmek için de!”
“Aynen böyle! İşte bu yüzden, unut gitsin Züleyha!”

“Ne dedin?”
“Unut gitsin dedim.”

“Hayır! Hayır! Bu cümleyi bana Ulus Park’ı söyler! Ben oraya ne zaman gitsem bana ‘Unut gitsin Züleyha!’ der! Sen bu cümleyi, harfi harfine nasıl söylersin?”

“Bilmem… Sence nasıl söylerim?”
Gelişme 54 – Yusuf’un Hikayesi

“Atilla, gerçekten beynim sulandı… Alt tarafı bir rüya sayesinde neler öğreniyorum, neler…”
“Akıl karışıklığı bazen iyidir… Dert etme. Şimdi alt tarafı bir rüya dediğin şu rüyaya bir bakalım, sadece bir rüya mıymış?”

“Nasıl bakacakmışız?”
“Şöyle… Yaşam üzerinde duruyoruz değil mi, aslında konumuz bu…”

“Gibi…”
“Tamam, şimdi bana yaşadığın şehirleri ve plaka numaralarını söyle.”

“Erzurum 25, İstanbul 34, Bursa 16 ve yine İstanbul”
“Evet, başlıyorum. 2+5=7, 3+4=7, 1+6=7”

“Ne bu şimdi? Kabala mı yapıyoruz, Ebced mi?”
“Hayır, basit matematik.”

“İyi de bu ne anlama geliyor?”
“Anlamı şu : 7 semiz inek, 7 zayıf inek.”

“Atilla, gerçekten rüzgâra karışıp uçabilirim şu an! Aklımı kaybedebilirim! 7 semiz inek de nedir?”
“Yusuf’un Hikayesi’ni okumadın mı Züleyha? Orada ne yazıyordu?”

“Aaaaaaa! Aaaaaaaa! Aaaa…. Doğru! Firavun’un gördüğü rüya böyleydi! Yedi inek vardı rüyasında!”
“Peki, Yusuf bu rüyayı nasıl çevirmişti? Yani nasıl yorumlamıştı?”

“Yedi yıl bolluk olacak, ardından da kuraklık…”
“Evet, ne kadar yaşadıysan zıttını o kadar yaşayacaksın demek yani, değil mi?”

“Anlamadım.”
“İşte bütün hikâye bu Züleyha! Daha doğrusu senin rüyanın senin hayatın için açıklaması bu. Hani sürekli kızıyorsun ya Tanrı’ya, hatta kendine, hatta geçmişine, hatta ailene…. Tanrı diyor ki… Yalnız değilsin; bu bir. İkincisi, diyor ki her ne yaşadıysan ve sana kim ne yaşattıysa, dakikası dakikasına aynısını yaşayacak ve sen, üzüldüğün kadar sevineceksin.”

“Bütün bunlar, şu yedi rakamından mı çıktı?”
“Hayır, sadece bir tek ondan çıkmadı. Bu bağlardan biriydi sadece… Sağlayıcı gibi düşün…”

“Peki, o zaman senin Kuran’daki örnek hikayen nedir?”
“Bilmiyorum, henüz haberim yok. Belki de ben senin kadar ağır bir sınavdan geçmediğim içindir, bilemiyorum…”

“Ne yani, herkesin Kuran’da bir hikâyesi var mı yok mu?”
“Vardır… Ama aklını ve aynı zamanda gönlünü çalıştırmak isteyen bulur o hikâyeyi.”

“Sen aklını veya gönlünü çalıştırmıyor musun?”
“Sanırım senin kadar değil.”

“Nerden anladın bunu?”
“Ben rüya der, geçer giderdim. Ama sen sebep – sonuç ilişkisini bir rüya için bile atlamayan birisin. O yüzden de Tanrı seninle nasıl iletişim kuracağını iyi biliyor.”

“Senle kurmuyor mu?”
“Bilmem, belki de…”

“Peki, sen bu kadar şeyi nereden biliyorsun? Baksana Yusuf Suresindeki yedi rakamını bile biliyorsun!”
“Bunu bilmeyen kimse yoktur ki… Ben sadece sana yardımcı olmaya çalıştım.”

“Teşekkürler! Gerçekten de şu an kendimi harika hissediyorum! Meğer bende Yusuf’un Hikâyesi varmış ve ben yaşadığım şehirleri bile bu hikâyeye göre dolaşmışım! Peki, bundan sonra ne olacak?”
“Güzel şeyler olacak tabi ki! İşte, hayatındaki düğüm çözüldü! Artık biliyorsun!”

“Neymiş o bildiğim şey?”
“Büyük bir sınavdan geçtin ve karşılığını alacaksın. Hayatındaki tüm olumsuzlukların ödülü sana verilecek, hem de tek tek…”

“Sahi mi?”
“Evet, sahi.”

“İyi de benim hüzünle dolu onca yılıma ne olacak?”

“Züleyha, dikkat edersen Yusuf’un hikâyesi şurada bitiyor. Yusuf, ailesini affediyor ve saraya çağırıyor. Bundan sonrasını bilmiyoruz. Yani sen affedip gönül sarayına çağır şu senle derdi olanları, sonrasını Tanrıya bırak. Çünkü sen hesabı Tanrıya devretmediğin sürece, hesabı kendim yapacağım dediğin sürece, hikâyen bitmez, daha doğrusu uzar gider. Oysaki Tanrı sana öneride bulunuyor. Şimdi sıra bende diyor. Sen şimdi aradan çekil diyor. Ama güzelce çekil diyor, barışçıl bir yolla çekil diyor. Hatta mümkünse seni sevmeyenleri sarayına çağır diyor. Sonrası benim diyor. Bırak, Tanrı baksın geçmiş yıllarına ve ne olacaksa olsun… Ki zaten öyle olacak… Boşuna kendini yorma…”

 

Gelişme 55 – Yusuf’un Hikayesi

Ve Sevgili Kızım,

Bir gürültüyle uyandım.
Gözlerimi açtığımda Selim başucumda, ağzından tükürükler saçarak bağırıyordu:

“Züleyha! Uyan artık! İyi misin? Kendine gel lütfen!”

Meğerse defalarca telefonla aramış beni. Ben de hemen hemen her defasında açıp bir şeyler söyleyip kapatmışım. Sonra benim henüz daha uyanamadığımı anlayınca eve gelmiş. Kapının zilini defalarca çalmış. Açmamışım…

İyice meraklanmış ve bir çilingir çağırmış, kapıyı açtırmış. İçeri girmiş.

Viski şişelerinin arasında, salonda öylece yerde yatarken bulmuş beni. Korkmuş.

Beni uyandırmak için bir sürü şey yapmış.

Neler olduğunu anlamak benim için de kolay olmadı.

Önce konuştuk. İşlerin nasıl gittiğini sordum. Her şey yolunda dedi. Müşteriye öğleden sonra işi teslim edebileceğimizi söyledi. Ama benim başımda dayanılmaz türden bir ağrı vardı.

“Şayet beyninde bir fil oturuyorsa, başını kuş tüyü bir yastık dinlendiremez.”
Uyumuştum ama dinlememiştim işte…

Selim’le daha fazla konuşmak istemiyordum.
Elim telefona gitti.
Atilla’yı aramak istedim. Bilmiyorum neden istedim ama aramak için telefonu elime aldım ve Atilla’nın numarasını bulmaya çalıştım; bulamadım.

Hemen kalkıp elimi yüzümü yıkadım ve Atilla’ya uğramak istediğimi söyledim Selim’e.

“O da kim?” dedi bana…

Doğru diyordu, o da kim? Ona bu iki gün içinde neler olduğunu anlatabilecek halde değildim ama Atilla’yı aramak istiyordum; üzerime bir şeyler alıp küçük Yusuf’un ve Atilla’nın evine doğru gittim.

Selim de benimle birlikte geliyordu. Sürekli konuşuyordu ama ne dediğini anlamakta zorlanıyordum. Sözleri havada dağılıp gidiyor gibiydi.

Atilla’nın oturduğu apartmanın kapısından girdik; evlerinin olduğu kata asansörle çıktık. Hayret, evin kapısı açıktı. Üstelik ardına kadar…

İçeri girdiğimde evin tamamen boş olduğunu gördüm. Dizlerim bir anda boşalıvermişti…

Atilla, tüm evinin eşyalarıyla birlikte bir gecede nereye gitmişti?

Oradan oraya koşturmaya başladım. Derken içeriden iki adamın bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Bir şeyler söylüyordular. Anlamıyordum. Selim de onlara cevap veriyor gibiydi ama ne konuştuklarını anlamıyordum. Atilla gitmişti…

Yusuf gitmişti…
Natali gitmişti…

İyi ama nereye ve daha önemlisi neden?

Adamlar bana iyice yaklaşınca Atilla’yı sordum.
“Hanımefendi, benim adım Murteza. Bu evin kiralanma ve satılma işiyle ilgilenen emlakçıyım. Beyefendi de bu evle ilgileniyor, ona evi gösteriyorum. Fakat Atilla Bey’i ben tanımıyorum.” diyince iyice zıvanadan çıktım.

Avazım çıktığı kadar bağırdım.

“Ne demek Atilla’yı tanımıyorum! Bu evde oturuyordu Atilla! Bir tane de küçük oğlu var, adı Yusuf! Bir de bakıcı kadın var, Rus! Adı Natali!”

Adamlar bana boş boş bakıyordu.

Emlakçı sözlerini tekrar ediyordu. “Hanımefendi, bu ev aylardır boş. Ben bizzat ilgileniyorum. Atilla Bey’i tanımıyorum.”

“Ne demek tanımıyorum? Daha dün geceye kadar bu evde oturuyordu Atilla! Oğlu var, bakıcısı var! Yusuf’la Natali! Üç kişiler! Aslında bir de karısı var ama o yurtdışında!”

Emlakçı ve Selim, bir deliye bakar gibi bakıyordu bana. Ama o diğer adam… Biraz daha sakin gibi görünüyordu… En nihayetinde konuşmaya o da katıldı…

“Merhabalar Hanımefendi. Benim adım Sönmez, bu evi satın almak için yaklaşık olarak bir aydan beri avukatım Murteza Bey ile görüşüyor. Ben ise dün gece Türkiye’ye geldim. Ancak ilginç bir şey var ki… Nasıl desem… Benim yedi yaşında bir oğlum var ve adı Yusuf. Bir de bakıcımız var ki dediğiniz gibi kendisi Rus’tur ve adı da Natali.”

Hepimiz çivi yutmuş gibi kaldık.

Birden gözlerim Sönmez denen adamın gözlerinde kilitlendi. Hayır, bu adam Atilla değildi… Ama…

Neler oluyordu?

“Doğrusunu isterseniz, biraz içkili görünüyorsunuz. Sanırım alkolü biraz fazla olmuş gecenizin. Yusuf ve Natali’den bahsetmeseydiniz, sizin alkolik biri olduğunuzu düşünecek ve sizinle hiç ilgilenmeyecektim ama durum şu an benim için biraz tuhaf görünüyor. Söyler misiniz, siz kimsiniz?”

Ben kimdim?
Gerçekten de o anda bu soruya cevap verebilmeyi çok istedim, ama yapamadım. Benim yerime bu işi Selim yaptı.

“Züleyha Hanım, Türkiye’nin en iyi iç mimar listesinde ilk üçte yer alır Sönmez Bey. Dün gece biraz alkollü geçmiş, doğru söylüyorsunuz ama aslında Züleyha Hanım alkolik değildir. Kendisini uzun zamandır tanırım, ancak içki içtiğini bile şimdiye kadar hiç görmedim. Aslına bakarsanız şu an ki durumu ben de çözmeye çalışıyorum. Belli ki bir şeyler olmuş ama neler olduğunu ben de bilmiyorum.”

Sonra yavaşça bana yaklaştı… Omuzlarımdan tuttu. Gözlerini yüzümde gezdirdi.

“Züleyha, her şey yolunda mı?”

Bilmiyordum.
Neler olduğunu anlamadığım için yolunda olan veya olmayan ne olduğunu da kestiremiyordum.

Murteza Bey, oturmam için bana eski ve yırtık bir sandalye getirdi. Bu sandalye… Daha dün sabah kahvaltı yaptığım o eşsiz sofradaki masanın takımındaki sandalyeye hiç benzemiyordu…

Oturdum.

Düşünmeye çalıştım.

Beynimin içinde bin türlü ses ve görüntü vardı. Hiçbirisini bir diğerinden ayırt edemiyordum….

Annemi hatırlıyordum… Sanki bir alışveriş merkezinde yanımdan geçmişti… Sanki onunla konuşmak istemiştim…

Sonra kaçıp gitmiştim sanki…

Sonra…

Eve gittim.

Sonra…

Börekçiye gittim, karnım açtı ve bir şeyler atıştırdım.

Sonra….

Sahile kadar yürüdüm.

Biraz oyalandım, düşündüm ve dönüşte markete gidip iki şişe viski aldım.

Biraz çikolata… Biraz kuruyemiş…

Sonra…

Eve gittim…

Sonra…

Bir sigara içtim balkonda ve…

Atilla peki?
Yusuf?
Natali?

Onlar yok!

Aman Allah’ım! Bir rüyaymış hepsi!

Evet kızım benim,

Meğer hepsi bir rüyaymış!

Kendimden nasıl utandığımı anlatamam. O sandalyeye adeta yapışıp kaldım. Ne sağıma ne soluma hareket edemiyordum.

Neden bilmem Sönmez Bey yanıma geldi.

“Züleyha Hanım, sizi buraya getiren şey nedir? Çok merak ettim.”

Mutluluk… Aslında beni buraya mutluluk getirmişti rüyamda ama görünen o ki; mutluluğum da sadece bir rüyaymış…

Öylece adamın yüzüne baktım.

Çenem kilitlenmişti, konuşamıyordum.

En kapsamlı kelimeyi bile bulacak olsam, düştüğüm durum için saçma bir söz olacaktı. Sustum.

Selim, biraz tedirgin görünüyordu. Koluma girmeye çalışırken “Eve gitsek iyi olacak, işi ben teslim ederim.” diyordu.

Çok şükür, bir işim olduğu gerçekmiş en azından! Selim gerçekmiş! Atilla ise bir rüya…

Peki, o kadar şey… Ben nasıl da…

Her neyse…

İçkili bir gecede sıkı bir uykuda görülen bir rüya, son derece etkili oluyormuş demek ki… En azından bunu öğrenmiştim….

Sönmez Bey’den ve Murteza Bey’den özür dileyerek evden çıkmak üzereydim ki antrede sarı sıcak bir ışık yüzüme dokundu. Bu ışığı tanıyor gibiydim…

Bir hayali yaşar gibi iliklerime kadar bu sarı sıcağı içime çektim. Bir yandan da olanlara bir anlam vermeye çalıştım.

Evet, bir önceki gün annemi görmüştüm; hayatımın gerçek kabusu!

Ondan kaçarak yeni bir hayata başlamıştım ama anlaşılan, onu görünce bütün korkularım beynimin içine üşüşmüş…

Sahi, neden bu kadar etkilenmiştim onu görünce?

Gece boyunca, rüya aleminde çocukluğumun izlerini takip etmiştim ama neden?

“İşte oradaydı, o kuşkulu gözler…
Hayır hayır!
Mutsuz gözler…”

“Anne ve baba sevgisiyle büyümek, küçücük bir çocuğun en doğal hakkıdır oysaki… Evet, en doğal haktır bu ve bu haktan mahrum edilmiş bir çocuk…”

Yusuf’a bürünerek karşıma çıkan mutsuzluğum, ihtiyacım olan sevgi… Natali… Özlediğim sıcak kadın şefkati… Beklediğim… Ama hep uzaktan seyrettiğim o anne sevgisi…

Bir mağaranın içinde kış uykusundaki bir ayı gibi horultuyla beni bekleyen korkularım…
Neden birden bire gün ışığına çıkmıştı?

Bunların hepsini atlatmış olmalıydım…
Yenmiş olmalıydım en önemlisi…

Ama görünen o ki…

“Şiddetle karşı çıkıyordum beynimin geçmişe yönelik ziyaretine… İzin vermiyordum…

Ama olmadı…”

Şu huysuz, sinirli, suratsız çocukluğum burnumun dibine dikilivermişti aniden…

En iyi işimi yaptığım günün kutlaması olacağı gün… Köhne geçmişim önüme bir köprü gibi serilmişti…

Geçmiş miydim? Kalmış mıydım? Ortasında mı duruyordum?

Bilmiyordum.

Adımlarım kendiliğinden apartmanın kapısına doğru gitti.
Bir taksi tuttum ve uzun saçlı bebeklerimle dolu olduğuna inandığım o eve doğru gittim.

Çünkü ben, anlamsız bile olsa, kafama takılan bir problemi çözmeden rahat eden biri değildim.
Kapıyı annem açtı.

Hiç konuşmadım.
İçeri girdim.

Dolabım, eski yerinde duruyordu.
Kapısını açtım ve içinde uzun saçlı bebeklerimin olduğu kutuyu açtım.

Bebeklerimi kucağıma alıp kapıya doğru yöneldim yeniden.
Annem bir şeyler söylüyordu. Sanırım evde yalnızdı.

Ne dediğini anlamıyordum çünkü onu anlamak istemiyordum. Onu artık dinlemek de istemiyordum.
Kapıdan dışarı çıktım ve dedim ki:

“Seni sevmiyorum. Çocuklarını da sevmiyorum. Kocanı da sevmiyorum. Bana yaşattıkların için seni affetmiyorum. Eğer bir peygamber olsaydım, belki seni severdim ve affederdim. Ama değilim ve bu yüzden seni affetmiyorum.”

Annem, yine arkamdan şaşkın şaşkın bakıyordu. Yine bir şeyler dökülüyordu yalanı seven dudaklarından…

“Gitme!” diyordu yine. “Bu kinin ne zaman bitecek?” diyordu ama benim bir kinim yoktu. Kızgınlığım da yoktu. İçimde bir toz tanesi kadar bir nefret duygusu bile yoktu.

Beni beklemesini söylediğim taksiye binip kendi evime geldim.
Bebeklerimi yatak odamdaki aynalı konsolun önüne dizdim.

Sonra Selim’i aradım ve müşteriye birlikte gidebileceğimizi söyledim.

Kararlaştırdığımız saatte, müşterinin avukatıyla buluştuk. Daha önce de zaten onunla görüşmüştük. Müvekkilinin Türkiye’ye yerleşmek üzere olduğunu ve ev ararken çok zorlandığı için iş yerini fazla uzatmak istemediğini, bu yüzden üç gün içinde ofisini kullanılır hale getirmemiz gerektiğini söylemişti. Bunun için ne kadar para istersek, o kadar para alabileceğimizi, yeter ki bu işi bitirmemizi önemle belirtmişti. İşi kabul etmiştik.

Müvekkil, ofisini görmek için gelecekmiş….
Bekledik ve geldi.

Karşımda gördüğüm adam, hiç de yabancı değildi.
Birbirimize ismimizle hitap ettik.

“Umarım şimdi daha iyisiniz Züleyha Hanım. “

“Sanırım daha iyiyim Sönmez Bey, sabah yaşananlar için özür dilerim. İçkiyi biraz fazla kaçırmışım.”

“Bazen olur böyle şeyler Züleyha Hanım.”

“Evet, gerçekten de Tanrı bazen kırbacını şıklatmak istiyor.”

“Ve sanırım bu defa Tanrı, kırbacını iyi şıklatmışa benziyor…”


Biraz da Sanat: Adalılar

——

Televizyonla yıldızım hiç barışmadı dersem yalan olmaz.

Ancak TV 8 açıldığı o ilk dönemlerde kalitesiyle dikkatimi çekmişti. Özellikle sanatsal ağırlıkta bir kadraj, renk düzeni ve makyaj anlayışı olmasıyla doğrudan vizyon olarak “diğerleri”nden benim gözümde ayrılıyordu. Sanatsal programların ağırlıkta olması da cabası…

Dolayısıyla dinlenmek için kendimi boş boş bir koltuğa attığım zaman TV 8 açıp “bakalım şimdi ne varmış” dediğim olurdu.

Yine böyle bir gün; yine güzel bir söyleşiye denk geldim. Konu “Adalı Olmak” gibi bir şeydi ve haliyle Adalıları anlatıyordu. Yaşlı başlı, eskiden beri Büyük Ada‘da yaşayan insanlar orada geçirdiği günleri anlatıyordu. Ancak onlara çok doğal gelen bazı ayrıntılar vardı ki… Benim “Hayatı bir sanat dalı gibi ele almak” fikrimin en belirgin başlıklarından birini gayet doğal anlatıyordu bu yaşlı insanlar.

Ama daha da ilginç olanı, benim ideal dediğim o yaşam biçimi, Adalılarda meğerse doğal bir yaşam biçimiymiş. Gerçekmiş yani!

Amcamız anlatıyor, diyor ki; “Kimimiz nalbur, kimimiz boyacı, kimimiz bakkaldık. Kimimiz manav kimimiz kasaptık. Hepimiz birbirimizi tanıyorduk. Akşam beşe kadar çalışıp evlerimize dağılıyorduk. Sonra da akşam eğlencelerimiz başlıyordu. Hepimiz önlüğünü çıkarınca birer Adalı olarak yaşamımızın eğlenceli tarafına devam ederdik.”

Ayrıntı şurada: Bizim bugünkü milletimiz bir boyacı önlüğünü giydi mi, sittin sene onu üzerinden çıkarmaz. Daha da kötüsü o önlük ruhuna da yapışır!

Yani bir boyacı olan kişi ölene kadar boya yapmak üzere hazır ve nazır bir ruhla yaşar gider. İşim bitti, burada bir yaşam var; biraz da insani tarafımla ilgileneyim demez kimse…

Bugün kasapları uzaktan hepimiz tanırız, boyacıları tanıdığımız gibi bankacıları da tanırız. Bunlar belli bir kalıba girer ve o kalıpla yaşar giderler. Olsun ki o önlüğü üzerinden veya ruhundan almaya çalışırsanız eminim ki deliriverirler.

Adalı olanlar ise işi işte, hayatı yaşamın içinde yaşamayı ayırt edebilmiş insanlardır. Bu yüzden bizden farklıdırlar. Bu yüzden İstanbulu ve Ada haricindeki yerleri sevmezler.

Biz de alık alık onlara bakar durur, haftasonu Adaya çay içmeye gidince bile bir hoş olur geliriz.

Oysa ki Ada’da farklı olan ne çaydır, ne deniz, ne de gökyüzü… Ada’da farklı olan yazlıklar da değildir.

Ada’da gerçekten farklı olan tek şey; kendini tanımak, bilmek ve sevmektir.

Görüşmek üzere,


Biraz da Sanat: Yaşamak

———-

YAŞAMAK
Biliyorum, kolay değil yaşamak, 
Gönül verip türkü söylemek yâr üstüne; 
Yıldız ışığında dolaşıp geceleri, 
Gündüzleri gün ışığında ısınmak; 
Şöyle bir fırsat bulup yarım gün, 
Yan gelebilmek Çamlıca Tepesine... 
-Bin türlü mavi akar Boğaz'dan- 
Her şeyi unutabilmek maviler içinde. 

Biliyorum, kolay değil yaşamak; 
Ama işte 
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak, 
Birinin saati işliyor kolunda. 
Yaşamak kolay değil ya kardeşler, 
Ölmek de değil; 

Kolay değil bu dünyadan ayrılmak. 

Orhan VELİ 


Bir şair olsaydı bu hayatta, yaşamak adlı bir şiir de eksik olurdu hayatımızda.
Ama bir şair eksik olsaydı gerçekten, söylenecek sözlerimiz boğazımızda dizili dururdu aslında...

Daha da ötesi ne konuşacağımızı bilememezliğimiz değil, nasıl yaşayacağımızı bilememezlik olurdu.
Duymayı bilememek olurdu.
Gülmeyi çözememek olurdu...
Göz, yıldız ışığını gün ışığından ayırt edemez olurdu...
Seslenişin kuru gürültü haliyle hayatımızı çirkinleştirdiği bir dünya olurdu...

"Kolay değil yaşamak..."
Mevzu ölmek de değil aslında...

Mevzu yaşamı bir sanat eseri gibi ele alabilmek...
Öylesine aşık eserine, öylesine çıkarsız inandığına...

Öylesine derinden bağlı, öylesine tutkulu...

Ama hepsinden önemlisi hem kendiyle dopdolu, hem başkaları da onunla dopdolu...

Sonuçta hep birlikte koca bir hayatın güzel unsurları...

Görüşmek üzere,

Biraz da Sanat: AtaTürk, 19 Mayıs ve Sanatçı Beyin

——————-

Bir toplumun önde gelenleri eğer seviye olarak geriyse, o toplumdan medeniyet beklemek bir hayaldir.

Şayet birileri yine “ama paramız çok var” diye savunmaya geçecekse, herhalde Araplarda olduğu kadar paralarının olmadığını da biliyorlardır. Fakat Araplarda medeniyet var mı?

Yok.

Neden?

Çünkü onların liderleri yok.

Çünkü onlara liderlik yapan kişiler tüm insanlık meziyetlerinden uzak.

Çünkü onlara liderlik yapanlar da paraya kendilerini odaklamış durumdalar.

Paradan başka bir şey aklına getiremeyen liderin halkı da gözle görülür bir perişanlık yaşar.

Bize de yavaş yavaş bu modeli absorb etmeye çalışanların unutmamaları gereken önemli bir kaç tane konu var.

Birincisi Atatürk. Anlat anlat bitmez…

İkincisi 19 Mayıs. Yani gençliğimiz.

Üçüncüsü sanat. Fakat halkın bağrından çıkan sanatçıların dilinden, elinden, yüreğinden dökülen sanat.

Şöyle ki Avrupalarda çocuk yaşta eğitim alan sanatçıların kartvizitleri kadar yüreklerinin vatanla dolu olmadığı bugünlerde net bir biçimde anlaşılmıştır.

Araplar gibi para ve kariyere önem verdikleri kadar, onları Avrupalarda okutan devletlerine karşı ihanet içinde oldukları net bir şekilde anlaşılmıştır.

Devletlerine karşı bu duyarsızlıklarının sanatçı kimlikle uyuşmadığının bir öneminin olup olmadığı üzerinde durmadıkları net bir biçimde anlaşılmıştır.

Yüreğinde millet ve devlet kavramı olmayan sanatçıların, en basit sosyal grup olan “aile”nin de ne demek olduğunu idrak edemedikleri net bir biçimde anlaşılmıştır.

Ailesi olmayan ne ise milleti olmayanın aynı, evi olmayan neyse devleti olmayanın da aynı olduğunu idrak etme yeteneğinden mahrum oldukları net bir biçimde anlaşılmıştır.

Bülent Ersoy, Orhan Gencebay, Serdar Ortaç, Tuluyhan Uğurlu, Hülya Koçyiğit, Kadir İnanır ile başlayan isimler uzadıkça uzayıp gidiyor bugünlerde.

İdrak edemedikleri devleti,  başkalarına ikram etmeyi çok çabuk idrak eden bu zihindeki kişileri bir sanatçı olarak esefle kınıyor, değerli Fazıl Say, Ferdi Tayfur, Cüneyt Arkın ve diğer memleket gönüldaşlarını ayakta alkışlıyorum.

Yaşasın Türk Milleti!

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!

Yaşasın Türk Devleti Milli Bayramları!

Yaşasın Atatürk!

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik Spor Bayramı!

Görüşmek dileğiyle,


Biraz da Sanat: Mantık Hatası

——–

Sanatta mantığın olup olmadığına dair bilgisi olmayanların en çok yaptığı hatanın adı bugünkü yazımın konusu.

Önce terimin kendisini açarak başlamak isterim.

Mantık; tdk.gov.tr ‘de açıklandığı üzere Türkçe Sözlükte şöyle açıklanıyor:

“a. 1. Doğru düşünme sanatı ve bilimi: “Akılla, mantıkla açıklanmayacak durumlar vardır dünyada.” –N. Cumalı. 2. Doğru düşünmenin yolu ve yöntemi: “Ali Rıza bey gerçi bir vakit bu mantığa kulak vermiyor göründü.” –R. N. Güntekin. 3. fel. Düşüncenin ve düşüncenin varlık biçimlerinin, ögelerinin, türlerinin, olanaklarının, yasalarının ve düşünce bağlamlarının bilimi, lojik.”

Hata kelimesi ise yine aynı adreste şöyle açıklanıyor:

a. (hata:) 1. Yanlış: “Aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum.” –İ. O. Anar. 2. İstemeyerek ve bilmeyerek yapılan yanlış, kusur, yanılma, yanılgı: “Ağzını topla, dedim ama hatamı anladım.” –B. Felek. 3. Suç, günah, kusur.”

Bu bilgiler ışığında, yoruma bile ihtiyaç duymadan mantık hatasının; istemeyerek ve bilmeyerek yapılan doğru düşünme kusuru olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

O halde sanatta yapılan mantık hataları nelerdir?

Sıradan insanların bile kaçamadığı sanat dalı olan müzikte bu mantık hatasını eni konu her yönüyle görürüz.

Örneğin; sevgili Selami Şahin’in Tapılacak Kadın şarkısında “Tanrı’dan sonra inan tapılacak kadınsın” ibaresi üzerinde mantıken biraz duralım.

Cümleyi açtığımızda “Tanrı kadın, sen de ondan sonra tapılacak ikinci kadın” ifadesinin olduğunu görürüz.

Özne ve yükleme göre cümleyi açtığınızda böyle bir sonuçla karşılaşırsınız.

Sevgili Selami Şahin’in iyi niyetine dair en ufak bir şüphem yok. Ancak dil kurallarına aykırılık işte böyle istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor.

Veya Demet Akalın’ın “Mucize” şarkısının sözleri mantık hatası için en ideal örnektir.

“Ne oldu da biz bu duruma geldik
azmı sevdik çok mu sevdik
biz nerde hata yaptık
düşünüyorum bulamıyorum
işin içinden çıkamıyorum
şimdi gördüm
yeni mi geldin çok şaşırdım
burda mıydın oysa
bir ara hep aklımdaydın

isim neydi çıkaramadım
adın neydi hatırlamadım”

Sözler buraya kadar “unutmuş ve eski sevgilisinin adını bile hatırlamayan” birinin ağzından çıkıyor. Ancak aynı ağız daha sonra gayet hatırlayan bir beyinle devam ediyor.

“her şey çok güzel gidiyordu
tanışıyorduk anlaşıyorduk
günler çok çabuk geçiyordu
deniyorduk başarıyorduk inan

hatırlatayım müsadenle
fazla değil geçen sene
biz ayrıldık seve seve
barışmamız bir mucize”

Bu sözlere dayalı olarak mantıken “eğer birisi unutmuşsa, hatırlatan kişi de o olamaz” diyebiliriz. Ancak görüyoruz ki mantığa aykırı yazılan şarkı sözleri, sırf iki dım bir tıs ritme sahip müzikler için ideal olsa da toplumun alt beyni için iyi bir eser değildir.

Biliçaltımızın mantıklı ve sağlıklı düşünmeye programlı çalışmalar yapabilmelerine yardımcı olmak adına şarkı sözü yazarlarının dil kurallarına dair biraz bilgi edinmeleri pek de kötü bir fikir olmasa gerek…

Görüşmek dileğiyle,


Biraz da Sanat: SanatSA

———

Eskiden bir Sakıp Sabancı vardı. Kurduğu her kurumun ardına da Sa takardı…

Kimi zaman dalga geçerdi kimi zaman yüzünde gülücüklerle bir şeyler paylaşırdı. Her ne kadar bu gülen yüzün altında istediğim samimiyeti göremediysem de bir gün dikkatimi çeken bir konuşma yaptı. Aslında öylesine bir konuydu ama sonra (daldan dala atlamayı pek severdi rahmetli) sanattan bahsetmeye başladı.

Kurulduğu yıllarda adı Akbank Sanat olan sonra bir dönem AkSanat olarak yaşamını sürdüren şimdilerde yine Akbank Sanat olarak gününü geçiren bir kurumun kuruluş sebebini anlattı.

Çok çarpıcı ve önemli bir konuşmaydı. Ne yazık ki bu konuşma bir magazin programında, gırgır şamata arasında geçti…

Konunun gelişmesi şöyle:

Yıllar yıllar öncesinde sanırım yetmişlerin  sonu, seksenlerin başı; Sakıp Sabancı’nın epeyce palazlandığı yıllar yani; Rusya ile bir bağlantı kurmaya çalışıyor rahmetli. Fakat ciddi anlamda çaba sarfediyor. Uğraş uğraş çabala derken bir kaç yılı aşan bir süre ve takip sonrasında Sakıp Sabancı, Rusya ile üst düzey bir görüşme olanağını sağlıyor.

Arada onca diplomat; diğer tabirle onca torpil, onca hamili kart yakîni…

Velhasılı Sakıp Sabancı Rusya’ya gidiyor. Görüşmeler başlıyor; masabaşı görüşmelerin yanısıra kokteyli görüşmelerinde de sıcak ilişkileri güçlendirme çabaları da başlıyor. İşte olan, orda oluyor.

Sakıp Sabancı, ulaşmakta çok zorlandığı diplomatlardan biriyle sohbet ederken başka bir diplomat yanında bir sanatçıyla geliyor. Rus diplomatla tanıştırıyor sanatçıyı. Onlar sohbet etmeye başlıyor ve Sabancı da onların sohbetini dinliyor. Bir de ne görsün; sanat, başlı başına bir dünya imiş… Dahası diplomatlar meğerse sanata pek bir değer verir imiş… Dahası sanatsal faaliyetlerle çok da ilgililermiş…

Bu kadar mı?

Hayır!

İşin püf noktası geliyor!

Sakıp Sabancı, biraz sonra duyduklarına inanmakta zorlanıyor. Çünkü sanatçı, sanatsal bir takım aktivitelerden bahsederken Rus diplomata şunu söylüyor:

“Dilerseniz, etkinliklerimiz arasına Rusya‘yı da katabiliriz.”

Rus diplomat sevinçle karşılıyor bu durumu ve ekliyor:

“Ne zaman isterseniz! Kapılarımız size her zaman açıktır!”

İşte Sakıp Sabancı, orada göreceğini görüp anlayacağını anlıyor.

Bundan sonraki ifadeleri aynen Sabancı’nın sözleriyle size aktarayım:

“Dedim ki; şu sanat dedikleri şeye de bah gardaşım! Biz o gaddaaa uğraştıh, çalıştıh, çabaladıh bir görüşme için yırtındıh yırtındıh! Ennn sonunda başardıh! Ama bir bahtıh ki; sanatçının teki ayah üstü Rusya’nın gapılarını açıverdi! Sanatın, diplomasiden de ticaretten de işadamından da önde gittiğini orda gördüm. Sanatın bize gatacağı değeri orda gördüm. Türkiye’ye döner dönmez de gardaşım, bir sanat grubuuu çalışmasıııı başlattımmm! Artıh sanatımız da var, çoh şükür gapılarımız da açıh!”

Sabancı, bir zeka adamıdır. Doğru. Fırsatları değerlendirebilmesinin sırrı “şu sanat dedikleri şeye de bah gardaşım” sözünün arkasında gizli.

Bugün, Akbank Sanat olarak yaşamını sürdüren kurum, Sabancı’nın duygularını ve düşüncelerini yeteri kadar yaşatabiliyor mu; bilmiyorum. Ancak sanatın ne işe yaradığını bir türlü anlayamayan diplomatların, sanatı yok etmeye meraklı girişimlerin bizi nereye götüreceğini gerçekten merak ediyorum.

Rahmetler olsun Sakıp Sabancı; seni hiç sevmezdim. Ancak sanatın değerini ülkemde, tesadüfen de olsa, anlayan nadir insanlardan biriydin…

Selam ve hürmetlerle,


Biraz da Sanat: Kuşlar Gibi Özgür Olmak

———-

Pedagoglar gösteriyor ki yaklaşık  iki yaşımız itibariyle özgürlüğümüze düşkün olmaya başlıyoruz. Hatta üç yaşındayken bu düşkünlük on sekiz yaşla kıyaslandığında çok daha baskın geliyormuş.

On sekiz yaşında insanın üç yaşına göre edindiğini bilgi elbette çok daha fazla. Bu sebeple üç yaşın özgürlükçü davranışlarının ağır basması bana normal geliyor.

Çünkü tam da o yaşlarda bir kızım var. Bir de on sekiz yaşı geçirmiş olan bir bünyem…

On sekizimde ne kadar haklarım ve özgürlüğüm konusunda titiz davrandıysam da bakıyorum ki kızım benim on sekiz yaşımdan çok daha cesur ve çok daha dikkatli…

“Ben” diyor, gerisi onu hiç ilgilendirmiyor.

Bu durum bana bir kimliği anımsatıyor. Bu denli kendine güven, bu denli kendine göre düşünme biçimi; “ben-ci-llik” diye adlandırılsa da aslında kendini başkalarına beğendirme kaygısının olmayışı olarak baktığımızda farklı bir tablo çıkıyor karşımıza.

Bencil insan ile kendine güvenen insan arasındaki ince çizgi, yine şu meşhur VELİ – DELİ örneğini anımsatıyor.

Aradaki fark nedir?

Bencil insan, çıkarlarını gözetirken başkalarına verdiği zararı düşünmez. Bu zararı görse de görmezlikten gelir.

Kendine güvenen insan ise özgürlük düşkünü biridir ve kendine zarar verilmesini istemediği gibi başkalarına da zarar vermemeye dikkat eder.

İnce çizgi bu.

Bencil insanların sonu diktatörlükte biter ki halk arasındaki kendi çapında diktatörler “zalim” diye tanımlanmıştır. Kendine güvenen insanlar için ne yazık ki halkımız özel bir sıfatlama bulmamış…

Cesur, delikanlı, mert gibi kelimeler aslında kendine güvenen kişinin niteliklerini tam olarak karşılamaz.

Kendine güvenen insanın cesur olduğu yerler vardır ancak çoğunlukla sabırlıdır.

Delikanlı olduğu yerler vardır ancak çoğunlukla sakindir.

Mert olduğu yerler hep vardır ancak çoğunlukla açıksözlüdür. Yani dürüsttür. İnsanlar arasında fitne çıkaran boş laf konuşan bir kişi değildir.

Bencil kişi ise çıkarları uğruna insanları birbirine düşürmeyi pek sever. İki kişinin iyi geçiniyor olması bencil kişiye batar. İster ki herkes birbirini yesin ve o istediği gibi sırıtsın alttan alttan. İstediği gibi atını sürsün ovalara, yaylalara…

Ancak bu mutluluk, bencil insan için helal midir?

Değildir.

Çünkü onun o gülüşünde yüzlerce, binlerce insanın gözyaşı kan gibi akmıştır onun ekmeğine…

Bencil insanların çocukları da bu haram lokmadan payını alır ne yazık ki…

Ve işte soy dedikleri bu yüzden önemlidir.

Haram lokma, bir insanı değil bir soyu sopu bile lanetlemeye yeterlidir.

Bir ulusu, bir dünyayı… Mahvetmeye başlı başına yeterlidir.

Özgürlük bağımlısı insanların bencil kişiler tarafından sevilmiyor olması da helal – haram arasındaki ezeli kavgayla doğrudan ilintilidir.

Elbette ki bu söylediklerime bağlı olarak teröristlerin bir özgürlük savaşçısı olmadığı anlaşılmıştır.

Yandaşları da…

Arkalarındaki de…

Önündeki de…

Yedikleri haram lokmanın hesabını hayata ödeyeceklerdir.

Çünkü hayat, sanat anlayışı gelişmiş bir mekanizmadır.

Ve sanat, denge üzerine kurulu ince bir yaşam biçimidir.

Görüşmek dileğiyle


Biraz da Sanat: Gökyüzü Herkesindir

————

Gün gelir

Hesaplar değişir…

Gün gelir…

Balıklar ölür…

Gün gelir…

Her şey unutulur…

Gün gelir…

Soldan havuza girenler sağdan çıkıverir…

Gün gelir…

Zülfü Livaneli bir yazı yazar gazetede, Türk halkını “ikna etmek” için…

Sağda solda “Turkey” de nereden çıktı? Türkiye’nin adı yabancı söylemde “Turkia” olarak yazılmalı ve söylenmelidir. Turkey, ABD’de dalga unsuru olarak “hindi” anlamında aşağılamak için kullanılıyor. Turkey ibaresi Turkia olarak değiştirilsin gibi sesler yükselince…

Milletvekili Zülfücüğüm de alır kalemi eline…

Der ki : “Ne var bunda kızacak? Biz de Hindistanlılara hindi diyoruz ama onların sesi çıkmıyor.”

Okuduklarıma inanamıyorum.

Keza biz Hindistanlılara hindi demiyoruz, Hint diyoruz.

Hintli diyoruz.

Ama hindi demiyoruz.

Zaten Hindistandaki hindiyi de bir tek milletvekili Zülfü Livaneli görmüş. Bu hindiyi daha önce kimse görmedi, tanımıyor.

Neden?

Çünkü hepimiz biliyoruz ki, Türkçe’de bazı sessiz harfler var ki bunlar yumuşar veya sonradan gelen harf ve eke göre sertleşir. Bu durumda Hindistan kelimesini incelediğimizde t harfinin yumuşayarak d harfine dönüştüğünü görürüz. Hintistan demek dili zorladığından gramerimiz bu tür yumuşamaları hoş ve kabul görmüştür.

bin – başı = bimbaşı, on – başı = ombaşı da yazılırken n harfiyle okunurken m harfiyle ifade edilen nadir durumlu kelimeler.

Velhasılı bunca yılın Hintlisi de sevgili Zülfü Livaneli’nin, herkesi, aynı gökyüzü altına sığdırma çabalarının iyimserliği esnasında hindiye dönüşüverdi.

Ne diyelim…

Gün gelir…

Bu da gelir…

Bu da geçer…


Biraz da Sanat: Yaratıcılık

—————-

Okuldayken “Endüstri ve Tasarım” dersimizin ödev konusu yeni bir kamera tasarımıydı. Ben ve Musa haricindeki tüm arkadaşlarımız var olan kamera çeşitlerinin ya düğmesini ya mercek görüntüsünü değiştirerek, kendi projeleriymiş gibi hocamıza sundular.

Hocamız ise bu projeleri çok beğendi, bol bol not vererek ödüllendirdi.

O zamanlar, cep telefonlarının henüz icat edilmediği veya ülkemize gelmediği yıllardı. Ben de televizyon ile kumandanın anlaşma şeklinden yola çıkarak  dağcılar için bir kamera sistemi yaptım.

Kameranın görüntüsü muhteşem! Yani çok şık! Bildiğiniz dağcı gözlüklerinin cam kısmında hareket edebilen mercekler tasarladım. Kayıt cihazını kemere sabitledim. En önemli kısmı ise şu: Kumandayı, elinize oturan bir mekanizma ile yapıyorsunuz. Ancak ince ayrıntı, düğmelerin içeri basık şekilde olmasında saklı. Yani ipe tutunan dağcının elleri, istemediği bir komutu kamerasına vermiyor. Ne zaman muhteşem bir görüntü almak için kendini sabitliyor, işte o zaman ilgili komutları vermek için kumandasını tuşluyor.

Bu çok şık ve ileri seviyedeki kamera sistemimi o kadar beğendim ki bugün bile içimde sevgisi mevcut.

Fakat aynı sevgi ve beğeniyi hocamızdan göremedi. Açıklama ise şu: İşçilik iyi fakat proje sönük. Bu proje uygulanamaz. O kumanda o kayıt cihazıyla nasıl konuşacak? O mercekler o kadar işlevi (zoom in – out) nasıl yapacak?

Cevabım şu oldu: Onu mühendisler çözecek, ben değil…

Aradan yedi yıl geçti. Hürriyet gazetesinde tam sayfa bir haber yayımlandı. Okuyunca içime hançerler saplandı dersem yalan olmaz. Çünkü adamın biri bir kamera yapmıştı. Proje, benimkinin aynısı. Ancak görüntü,  kırılmış dökülmüş bir robotu andırıyor. Bir de hedef kitle dağcılar değil, askeriye.

Askeriye bu kamerayı seve seve kabul etmiş ve kullanıma almış. Evet, Türk Ordusundan bahsediyorum!

Bugün askeriyede kullanılan bu proje için hocam bana 30 puan vermişti. O da kronik işçilik notumuz. Yani ne tasarım var, ne proje var… Sadece işçiliğin şık olduğunu o da kabul etmiş ve işçiliğime tam not vermiş.

Mezun olduğum yıllarda Kadıköy’e gittim, bir işim vardı. Oradan da Taksim’e geçtim. Taksim’den de Bakırköy’e. Her üç mekânda da o gün dikkatimi dijital ekranlar çekti. O zamanlar dijital ekranlar, renkli lambalarla yapılıyordu.

Hemen bir proje ürettim, gidip noterden proje onayını aldım.

Dijital reklam panoları yapmak için kolları sıvadım. Proje hazır, yazılım yok. Yazılım için fellik fellik dolandım. O arada çaktırmadan LCD televizyonu bile icat etmişim. Çünkü projede şöyle diyordum: “Belediyelerin ve kapalı alanda satış yapan alışveriş merkezlerinin kendilerini daha iyi ifade edebilmeleri açısından, tek merkezden yönetilecek reklam platformu için kullanılacak ekranlar özel üretilmelidir. Televizyon üreten firmalarla görüşülüp büyük ebatlara sahip, ince ekranlı televizyon yapmaları istenmelidir.”

Ancak bir yazılımcı olan ve yardım istediğim abim, bana şöyle dedi: “Tabi ya! Bir tek senin kafan çalışıyor! Yapılabilir bir şey olsaydı zaten şimdiye kadar çoktan yaparlardı! Yok! Niye? Çünkü şu an bunu yapacak bir sistem yok!”

“Yapalım işte, proje burada, ne yapacağımız yazıyor!” diyorum ama kendim dinliyorum sadece…

Kendi kendime düşünmeye devam ediyorum, dijital fotoğraf makinelerinin blouetooth aygıtı olmalı, çekilen fotoğraf başka aygıtlara anında gönderilebilmeli…

Kamera cihazlarının internete girebilme özelliği olmalı…

Telefon SIM kartlarının bilgisayarda da tak – çıkar da halinde bile çalışabiliyor olması gerekir…

Böyle uzuyor da uzuyor düşüncelerim… Günü geliyor hepsi bir bir uygulanmaya başlanıyor ve ben kendimi yiyorum.

Yaratıcılık esasına dayalı fikirlerin adam gibi ele alınacağı bir ülkem olmadığı için kendimi yiyip bitiriyorum.

Görüşmek dileğiyle,


Biraz da Sanat: Redakte Edilmemiş Kitaplar

—————–

Ortalarda dolaşan rakamlara göre yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkemizin kutsal kitabı Kuran, ilk iki emrinde bilindiği gibi şöyle diyor:

Oku. Yaz.

Uğur Mumcu da benzer bir söylemle halka aynı tavsiyede bulunuyor:

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.”

Peki, halkımızdaki durum nedir?

Fikir çok ancak okuyan yok.

İlginç olan ise şu: Yazan çok!

Peki, okumadan edinilen bu fikirler, yazıya dökülüyor da ne oluyor?

Okuyan mı var?

Elbette ki yok.

İşte bunu bilen “yazarların rahatlığı” kitaplardaki redaksiyon eksikliğini de gündeme getiriyor. Hem yazan kişi redaksiyon  masrafına girmiyor, hem de yayınevi…

Yeni yeni şiir yazmaya başlayan gençlerin tipik davranışı olan “kitap bastırma” huyları da bu duruma eklenince, ortada redaksiyonsuz kitaplar yığını oluşmaya başlıyor.

Genç şairlerin şiirlerini redaksiyondan geçirmeye karşı duruşları ise ayrı bir tartışma konusu: “Şiirlerimin saflığının bozulmasını istemiyorum.”

Saflıkla gramer arasındaki doğru bağı kuramayan genç şairlerimizin tutkulu hareketleri bir yere kadar anlaşılır ama yaşını başını almış ve yazmaktan para kazanmaya başlamış “yazarlar”ın redaksiyonsuz kitapları hiç bir şekilde hoş görülmez.

Bu köşe yazarları için de geçerlidir.

Her gün gazetelerde halkın karşısına çıkan köşe yazarları, kullandıkları tek aracın dil olduğunu unutmamalıdır. Dilin önemini de…

Kalemi eline alır almaz yarım saat içinde hâlâ daha redaksiyona gerek kalmayacak kadar düzgün yazı yazma alışkanlığı edinememiş yazarların ise yazarlığını konuşmak bile istemiyorum. Kaldı ki böyle yazarlar bile yazdıklarının redaksiyondan geçmesi gerektiğini bilirler.

Bir yayınevi sahibi eski dostumun elinden düşmeyen sözlükler gözümün önünden hiç gitmez. Bir kaç dile birden hakim olan bu kişinin entellektüel seviyesi ise hayal edilemeyecek bir yerlerde dolaşıyor. Buna rağmen elinden sözlüğü düşürmeyen bu kişi, bana hayatımın en büyük görgüsünü kazandırmıştır.

Kaldı ki bu kişi sadece bir yayınevi sahibi, kitap yazmıyor. Sadece yayımlıyor.

Peki, bu kişinin derdi ne?

Elbette ki redaksiyon, yani doğru – düzgün dil.

Redaksiyondan geçmemiş her kitap, dil duvarından çıkarılan bir tuğladır.

Redaksiyondan geçmemiş her yazı, kültür mozaiğinden çıkarılmış minik bir taş parçasıdır.

Redaksiyondan geçmemiş tüm cümleler, beyinlere nizamsızlığın kelime kelime kazınmasıdır.

Dili olmayan, nizamı bozuk bir millet olmanın sonuçları ise bugün gördüklerinizden çok kötü sonuçlar doğuracaktır.

Görüşmek üzere


Biraz da Sanat: Çeviri Mantığı

——————–

Üç yaşına girmek üzere olan kızım sayesinde bir kulağım çocuk televizyonlarında ve dolayısıyla kullanılan dilde. Daha da doğrusu çevirilerde…

Kızım bir ara “kes şunu” gibi bir söze takıldı. Bebekleriyle oynarken sık sık bu ifadeyi kullanıyordu ve ben, kızımın öğrendiklerinde yüzde doksan dokuz payım olduğunu bildiğimden kendimi yoklamaya başladım. Ben kızıma kızıyor muydum? Ben kızıma böyle mi kızıyordum? Ben kızıma neden böyle kızayım ki?

Hayır, konunun benle bir ilgisi yoktu. Bunu gayet iyi biliyordum ve yapmış olduğum süzgeç sayesinde benim dilimde “kes şunu” diye bir ibareye de yer yoktu. Peki, “kes şunu” bizim hayatımıza nasıl girmişti?

Cailou denilen çizgi kahraman, kibar yollu olsa da Gilbert’a “kes şunuuu” diyordu. Daha da kötüsü tüm yabancı çizgi filmlerde “kes şunu” çok sık kullanılan bir ifadeydi. Hangi çizgi filmi açarsanız açın, karşınıza bir yerde mutlaka “kes şunu” çıkıyor.

Madem öyle, o halde ben de CD alayım, biraz kontrolüm altında olsun şu dil meselesi diye; ama ne göreyim? Rapunzel‘in ilerleyen sahnelerde sevgilisi olacak kişi Flygen Rider da Pascal’a “kes şunu” diyor!

İngilizcem sular seller gibi olmadığından “kes şunu”ya karşılık gelen ibareyi kestiremedim. Ancak yetişkinlerin filmlerinde de “lanet olsun” diye çevrilen bir kalıp olduğunu çok öncelerden anlamış durumdayım.

Çünkü Türkçe‘de “lanet olsun” diye bir kalıp yoktur. Bunun yerine “Allah belanı versin!” deriz. Şayet Anadolu’nun iç kesimlerindeysek “toprak başına” deriz. Ama lanet olsun demeyiz. Çünkü böyle bir kalıbımız yok.

“Kes şunu” diye de bir kalıbımız yok ama çocuklarımız bunu duyarak, bilerek büyüyorlar. Dili, dil bilmeyen çevirmenler tarafından öğreniyorlar.

Bu çok kötü!

Çevirmenlerin yabancı dilden önce kendi dillerini bilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Hatta bu konuda ısrarcıyım. Kendi dilini bilmeden yabancı bir dil öğrenenlerin ise çeviri yapmamaları gerektiğini düşünüyorum. Hatta bu konuda da ısrarcıyım.

Saçma sapan dil kullanan günümüz gençliğinin “kapiş“lerini “kanka“larını daha yeni yeni anlamaya başladım. Çocuklar, dillerini bilmediklerinden; kökü olmayan “ucubik” bir dil yaratmaya başladı. Keza onların da kendi dil ihtiyaçları var.

Dil bilimcilerimizin konuya dair büyük günahları ayrı bir yazı konusu. Ancak çocuk kanallarına alınan çevirmenlerin itina ile seçilmesi gerektiğini çok iyi anlamış durumdayım. Umarım kanal sahipleri veya yöneticileri de bunu anlayabilir.

Bir çevirmeni işe alırken, küçük bir sınav yapmayı çok mu lüks buluyorlar diye de düşünmekten kendimi alamıyorum. Vereceksin eline içinde “kes şunu” gibi yabancı ibareli yapılarının olduğu metni, bakalım nasıl Türkçeye çevirecek diye de oturup bakacaksın. Türkçeye çevirmenin, kelime kelime karşılığını bulup çeviren kişinin “çevirmen” olmadığını o gelen kişiye anlatmaları lâzım. Çocuk madem bir iş yapmak istiyor, o halde düzgün yapsın. Yaptığının yanlış olduğunu bilmiyorsa, doğruyu bulması da hayli zaman alır. Tabi onu işe alan kişi de bu bilgilerden yoksunsa…

O zaman bu, çok daha kötü!

Çeviri, kısaca şudur: Bir dilde anlatılmak istenen ifade, çevrilen dilin özelliklerine göre aktarılır. Çoğunlukla bu, kelime kelime çeviri yapmaktan çok uzaktır. Cümlenin genel yapısına bakılır, genel ifade yakalanır ( ne demek istiyor) ve ilgili dile, o dilin özellikleri ve nükteleri nispetinde aktarım yapılır.

Örneğin “La ilahe illellah” cümlesinde Arapça’dan kelime kelime çeviri yaparsak “Yok ilah, kesin Allah” demek zorunda kalırız. “Kes şunu” buna benzer bir çeviridir.

Ancak “İlah yok, sadece Allah var” dediğimizde hem Türk dilinin özelliklerini gözetmiş oluyoruz hem de çeviri yapmış oluyoruz.

“Allah’tan başka ilah yoktur!” demek ise kötü çevirmenliğin başka bir boyutu. Çünkü bu cümledeki anlam, cümlenin kedisinde olan anlamdan farklı. Oysa ki çeviride anlam asla değişemez. Kural işte budur.

Kendimce “kötü çevirmenler” için yeterli bir tenkitte bulundum sayıyorum ve kendi omuzlarımdan yükümü attım sayıyorum.

Darısı vicdan sahibi çevirmenlerin başına.

Görüşmek dileğiyle


Biraz da Sanat: Ritm ve Orkestra

———————–
Her ne kadar müzikle ilgili bir başlık gibi görünse de aslında bugünkü konum sosyolojik bir içeriğe sahip.

Okula henüz başlamış çocukların bile bildiği ritm, matematiksel anlam taşıyan tekrarları ifade eder. Evet, en kaba taslak haliyle ritm budur. Kalbin ritmik atışı da belli bir periyot içerir, müzisyenin elinin darbukada inip kalkması da…

Konu şu ki; bu ritmik hareketlerin bir amaca yönelik olmasıdır. Bu amaç, orkestra içinde özünü bulur diyebiliriz.

Tek başına bir darbuka, tek başına bir kalp kadar anlamsızdır aslında.

İnsanların en güçlü dürtüsü olan “çoğalma”nın tabii sonucu mudur orkestra oluşturmak yoksa tavuk ve yumurta hikayesini anımsatan bir ikilem midir, bilemem. Ancak bir insanın yaşadığı topluma dair ritmik bir uyum sağlamasını anlatmak istiyorum.

Başına buyruk gidenlerin, belli bir sınır ve çerçeveyi reddedenlerin “özgürlükçü” anlayışlarındaki yanlışlık üzerinde durmak istiyorum.

Toplum, bilindiği üzere iki kişinin olduğu yerde başlıyor. Tek kişi olmak, bireysel bir durumu ifade ediyor. İki kişi ise bir toplumu, en azından toplumun başladığı yeri ifade ediyor.

O halde ahlak kurallarını yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum.

Elbette ki bu gereklilik bir teslimiyet, sorgulamadan emme basma tulumba gibi kafa sallamak anlamına gelmemelidir. Zaten toplum olarak uç sınırlarda yaşıyor olmamız değil midir bir lafı anlatırken bile en uç taraftaki olumsuzluğu anlatmak istemediğimizi de sözlerimize ekleme gereksinimimizi doğurtan.

Oturup sıradan insanlar olarak düşündüğümüzde falan filan gruplar için hep olur olmaz sözler söylemeyi; olmadık yakıştırmaları yapmayı pek severiz. Oturup ismi çok da önemli olmayan herhangi bir grup için bile bu tür yorumlar yapmamış biri var mıdır aramızda? Ben bu sayının neredeyse “sıfır” olduğunu düşünüyorum.

Ancak bu grupların bir amaç uğruna, gözünü karartmış olarak yürümelerinin anlamı üzerinde hiç birimiz durmayız.

Terör gruplarından tutun da din gruplarından çıkın; aslında tüm gruplar belli bir ritmi oluşturmuş orkestralardır. Çaldıkları müziği beğenirsiniz, dinlersiniz dinlemezsiniz o ayrı bir konu. Ancak sizin de o ritme karşı koyacak bir orkestranız var mı? Asıl önemli olan konu budur.

Bizler, başkalarının ritimlerini ve orkestralarını kâh beğenip göklere çıkarmış kâh beğenmeyip ateşlere atmış bir ecdadın çocuklarıyız. Ancak kendi ritmimize gelince; kalbimiz, nedense hep başka vücutlarda atmak zorunda kalmış bir zavallı olmuştur. Çünkü kendi kalbimizin yaşayacağı sağlam bir vücudu ayakta tutmaktan aciz kaldık.

Gerçek bu. Beğenseniz de beğenmeseniz de gerçek bu!

Bizim kalbimiz, başkalarının vücuduna endeksli yaşamak zorunda kalmış ama işin en kötü tarafı beynimiz…

Aklımızı ve beynimizi bir kez olsun kendi kafamıza koyup düşünmeyi beceremediğimizden, kendi elimizi de kendi vicdanımıza koyup bir  sorgulama yapamaz insanlar güruhu olmuş durumdayız.

Kendi ritmini oluşturmanın, avaz avaz ciyaklamak olduğunu sanan bizler; bir millet olamadığımız gibi bir devlet olmayı da başaramıyoruz.

İki insanımız adam gibi yan yana gelemediğinden bir ritmimiz yok, tıpkı kayda değer bir toplum olamadığımız gibi.

Bir ritm yokken neden orkestra gibi bir derdimiz olduğu ise ayrı ve çok acı bir sorun

Görüşmek dileğiyle


Biraz da Sanat: Yazma Sanatı

—————
Dün burada yazmaya başlayınca haliyle bir “yazar” olarak diğer yazıları (?) okumak, ayrı bir gözle incelemek istedim.

Bu yazıyı yazma fikri de işte bu durumdan kaynaklandı. Yoksa bugünkü konum “Ritim ve Orkestra” idi.

Yoğun olarak şiir yazdığım dönemlerde “yeni yetme şair” arkadaşlara hep yardımcı oldum. Bu benim elimde olan bir alışkanlık değil, kanımda olan bir yapı: “Yardımseverlik”

Yardımseverliğin insanın başına açacağı milyon türden belaya değinmek istemiyorum, sadece “her şeye rağmen yapmayı hâlâ sürdürdüğüm” bir davranış demekle yetiniyorum.

Neden bu ayrıntı?

Çünkü eğer eski ben olsaydım, yazılarını okuduğum arkadaşlara bir not kağıdı çıkarır ve arkadaşım şu konular üzerinde eksiğin var, lütfen sonraki yazılarında bunları tamamlamaya çalış; derdim.

Artık demiyorum, çünkü başıma çok iş geldi ve böyle “ortaya karışık” yazıyorum.

Önce küfürden başlamak istiyorum.

Cem Yılmaz gibi küfür abidemiz varken küfrün kötülüğünü anlatmak biraz zor. Ana avrat halkına küfreden bir lider varken de zor… Ancak “dil kuralları” dediğimiz konu yazı kurallarını da kapsıyor ve “terbiyesiz dil” diye bir hoşgörüsü yok.

Can Yücel‘in “Benim için çok küfür ediyor diyorlar, ne yapayım arkadaşım; ben bu kadar şerefsizi nasıl anlatayım?” serzenişinde “sofistike bir savunma” olduğu için “Adam haklı beyler!” diyoruz.

Ancak öyle değil…

Şiir başka, nesir başka diye adlandırılan konudan dolayı değil; elbette şiir de yazın kuralları olmadan ayakta duramaz. Nesir de…

Şiir başka, nesir başka dedikleri sistematik yapıdan kaynaklanır ve her ikisinin de birbirlerini mumla aratacak özellikleri vardır. Bu sebeple, elmalarla armutlar toplanmaz deyip, bir karşılaştırma yapmıyorum. Keza doğrusu da budur.

Fakat şiir çok daha fazla “edebî” olduğundan aralara ölçü nispetinde argolar karışabilir. Fakat küfür… Çok başka bir şey!

Eline alıp bir kağıt kalem veya modern yapıya uygun olarak bir bilgisayar, bir mouse…. Sonra içinden geçenleri yazıya dökmek “yazı” değildir.

Yazarlık, hiç değildir.

Bir yazı, küfür içeriyorsa orada edep yoktur. Edeb-i-yat hiç yoktur.

Edebiyatın kelime olarak içinde zaten edep var, edepsiz bir duruş o sanatın içinde nasıl olsun?

Gözüme takılanlar arasında küfürden ayrı olarak  bir de “dil kuralları” konusu var. Örneğin ortamdaki yazılarda “meşkul” diye bir kelime gördüm. Güldüm, üzüldüm, içim acıdı, canım yandı…

Yöresel dili, yazına eklemek dil kurallarına aykırıdır. En çok yapılan yöresel dil hatalarından bir kaç örnek:

meşkul = meşgul = uğraşmak
kağırt = kâğıt
körpü = köprü
yarpak = yaprak
torpak = toprak
o neki = o ne ki = o nedir
anamgiller = annemgiller = annemler
oysaki = oysa ki
bugünki = bugünkü

Uzatmaya gerek yok. Halkımız arasında sınır iki köy arasında bile yöresel deyiş farkı çok fazladır. Bir köyde “e” çatlak ses iken diğerinde normal ses tonunda olabiliyor. Yani sesler bile farklı çıkıyor.

Türk Dil Kurumu, oturmuş ve konuyu kendi çapında değerlendirmeye almış. Dil kuralları yazmış, kelimelerin ses ve vurgu özelliklerine göre ifadesini yazmış ve ortaya gramer diye bir şey çıkmış.

Grameri yok sayıp yazan bir yazar, ahlak kurallarını yok sayıp yaşayan kişiyle aynı seviyededir. Olsun, ikisi de para kazanıyor hem de nasıl, demeyin. Ben burada nasıl para kazanılacağını değil nasıl yazı yazılacağını anlatıyorum.

Yazıda konu, sınırsız boyutta serbesttir. İsterseniz adamın doğrudan yatak odasını anlatın. Ama anlatırken Fransız yazarlara bir göz atın bakın ki orayı nasıl bir “edep içinde” ele alıyorlar, üstelik de edebiyata uygun olarak…

Örneğin Dragan Babic‘e ait “Son Sürgün” adlı eser, sadece mekan olarak değil duygu ve yaşanılanlar açısında da hemen hemen her şeyin “underground” olduğu bir kitaptır. Hatta öyle ki mevcut düzene dair ne varsa hepsine birden karşı duruş vardır. Üstelik o derece bir karşı duruştur ki “iki kişi” sevişmez aynı yatakta, “bir sürü” vardır sevişen ve Dragan Babic böyle bir ortamı oturup size anlatır. Fakat küfür yolunu seçmemiş, edebiyat yolunu seçmiş.

Konuyu daha fazla uzatmadan toparlarsam; edebiyat ile küfürlü ele alış DELİ ile VELİ arasındaki ince çizgiye çok benzer. Avam, deli ile veliyi birbirinden ayırt edemez. Ancak ehil kişiler baktığında DELİyi veliden gayet güzel ayırt eder ve o kişinin saçmaladığının farkındadır.

Yazar olmak isteyen arkadaşlara naçizane tavsiyem, velilik yolunu seçip hayra doğru yürümeleridir.

Gramercilerin bu konulardan rahatsızlık duyup duymadıklarını bilmiyorum ama ben bir sanatçı olarak, okumayı ve yazmayı da çok seven biri olarak bu tür usulsüzlükleri görmezden gelmek istemiyorum.

Sevgilerimle


Haberdar ol

Yeni yazilardan haberdar olmak icin email adresinizi girin

YAZI ARŞİVİ

Son Yorumlar